MABEL MATİZ: “Yoldan sapmadan esas yolu bulamazsınız!”

Image

Bu yaz tam anlamıyla O’nun yazıydı. Sultan Süleyman şarkısındaki yorumuyla derinlerimizde bir yerleri yine acıttı Mabel. Kendi adını taşıyan ilk albümüyle müzikseverlerin dikkatini çeken hüzünlü adam, hikayesine ‘Yaşım Çocuk’ ile devam ederken internet üzerinde başlayan serüveni milyonları peşinden sürükleyen bir masala dönüştü. Bir ağıda benzeyen sesi ve şarkılarıyla çok sevilen Mabel Matiz de Okur Yazar’a konuştu.  Lafı daha fazla uzatmadan Mabel’e kulak verelim…

MABEL MATİZ – OKUR YAZAR SÖYLEŞİSİ

OKUR YAZAR: Mabel Matiz kimliğini, Kumral Ada Mavi Tuna romanında yer alan Tuna karakterinin takma adı ve “çok sarhoş, düşkün kimse” anlamlarına gelen eski Yunanca kökenli argo bir kelimenin birleşiminden oluşuyor, bunu sizi sevenler gayet iyi biliyorlar peki perde arkasındaki Fatih Karaca kimdir?

MABEL MATİZ: Bunlar farklı kişiler değil, Mabel ve Fatih aynı kişi tabii ki. İsimlere neden bu kadar takılıyor insanlar, anlamış değilim gerçekten.

OKUR YAZAR: İstanbul Üniversitesi diş hekimliğini bırakıp müziğe geçiş kararını nasıl anlatırsın bize Mabel?

MABEL MATİZ: Müzik hep vardı. Ani bir geçiş söz konusu değil yani. Diş hekimliği yaparken ilk albüm kayıtlarına başladık, süreç yoğunlaşınca mesleği bıraktım.

OKUR YAZAR: Konserlerin neredeyse hepsi kapalı gişe oluyor, diş hekimliğini bırakıp müzik yapmaya başladığında böylesine bir ilgi göreceğini tahmin ediyor muydun?

MABEL MATİZ: Hayır, gerçekten tahmin etmiyordum.

OKUR YAZAR: Müziğinde mutluluk varmış gibi duran ama içinde buram buram hüzün kokan Mabel Matiz gerçek hayatta nasıl bir kişiliğe sahip?

MABEL MATİZ: Bunu bana değil beni tanıyanlara sormalısınız belki. İyiliğe inanan, hafif ve rahat bir insanım sanırım. Yani kafa olarak rahat. Her daim tabulardan uzak ve açık tutmaya çalışıyorum zihnimi.

OKUR YAZAR: Önce internet sitesinde anılmaya başladı şarkıların, o dönemden bahseder misin?

MABEL MATİZ: Diş hekimliği yapıyordum. Bir yandan da gizli bir kimlikle demolarımı yayınlıyordum. Myspace günleri unutulmaz. Küçük bir kabile gibiydik. Oradan harika insanlarla tanıştım uzun vadede. İnternetin güzel yıllarıydı, o yılların son günleri belki.

OKUR YAZAR: Ve sonra çığ gibi büyüyen bir sevgiye dönüştü bu süreç. Bekliyor muydun? Nasıl hissediyorsun? Beklentiler artıyor mu?

MABEL MATİZ: Bu kadar büyük şeyler hayal etmemiştim. İyi hissediyorum kendimi. İnsanlara gerçeklikle dokunmak garip ve güzel bir his. Beklentiler tabi ki her daim artıyor. Hem benim beklentilerim hem onlarınki.

OKUR YAZAR: Türkiye’nin önemli aranjörleriyle çalıştın müzik kariyerinin başlangıcından bu yana. Bu durumun müziğine katkılarından bahsedebilir misin?

OKUR YAZAR: Peki Mabel Matiz şarkılarındaki kadar hüzünlü, melankolik bir adam mıdır?

MABEL MATİZ: Böyle ifadelerden kaçınıyorum. Bana komik geliyor. Mesela “hüzünlü bir insanım” ne demek? Yüzeysel ve boş bir ifade. Elbette koyu ve keskin yanlarım var. Yazan üreten her insan gibi ben de bir şeylerin derinine düşüp oralarda bocalıyor ve kararıyorum zaman zaman. Melankoli her daim söz konusu. Ama kendimi sürekli buralardan tanımlamak istemiyorum.

OKUR YAZAR: Şarkılarının oluşum süreci nasıl gerçekleşti? Nelerden etkilendin?

MABEL MATİZ: Bana dokunan ve canımı sıkan her şeyden etkilendim. Benimle ilgili ya da benimle tamamen ilgisiz, zaman zaman başkalarının hikayeleri. Toplumsal kalıplar, söylenmeyenler, sivrilip sivrilip canımıza batan bir sürü şey, herhangi bir şey.

OKUR YAZAR: Edebiyat ile çok ilgili olduğunu ve yazarlarla şairlerden beslendiğini onların sözlerine besteler yaptığını biliyoruz eserlerinde; Devam edecek mi?

MABEL MATİZ: Şiir bestelemek çok zor ama bunu sürdürmeyi elbette istiyorum. Şarkı formatlı bir müziği şiir ayakta tutabilir ancak bence.

OKUR YAZAR: Yazar ve şairler demişken, severek okuduğun yazar ve şairler kimler?

MABEL MATİZ: Eskiden daha iyi bir edebiyat okuyucusuydum, yavaş okuyorum bu sıralar, konsantrasyon problemim var biraz. Elime geçen her şeyi okumaya gayret ediyorum. Neredeyse bütün şairlerle ilgiliyim.

 OKUR YAZAR: En çok etkilendiğin kitaplar?

MABEL MATİZ: En son Behiç Ak’ın Tek Kişilik şehir’ini okudum, çok etkileyiciydi.

OKUR YAZAR: Birhan Keskin’in Zaman adlı şiirini bestelemiştin, albümün en sevilen şarkılarındandı. Birhan Keskin ile dostluğun nasıl başladı ve bundan sonrasında yine şiirlerinden besteler olabilir mi?

MABEL MATİZ: Birhan’ın şiiriyle 2005’te tanıştım. Sarsılmıştım. Zaman 2007’de bestelendi ve bunun hemen ardından kendisine ulaştım. Şahane bir insandır, beni bütün içtenliğiyle kucakladı. Şiirini müziğime hediye etti. Hiç unutmayacağım.

OKUR YAZAR: “Keşke ünlü olmayıp da sırf bize kalsaydı” diyenler var net üzerinde yazılanlara baktığımızda? Bunu sahiplenme ya da popülariteye karşı seni koruma içgüdüsü olarak görüyor Mabel. Bu duygu ne hissettiriyor?

MABEL MATİZ: Bu kafayı pek anlamıyorum. Sanırım sevmiyorum da. Radiohead dinlemiyor mu böyle düşünen insanlar? Ne bileyim Madonna filan? Bir müzik iyiyse varabileceği en uç ve en kalabalık yere varmalı bence.

OKUR YAZAR: Müzik kariyerin öncesi ve sonrası anlamında aklına gelen hayatındaki en büyük değişiklik nedir?

MABEL MATİZ: Sokak en başından beri benim müzik dilimin kaynağıdır, evidir. Sokakta daha az rahatım şuan.

OKUR YAZAR: Albümlerinde yer vermediğin ancak aklında kalan şarkın/şiirin var mı?

MABEL MATİZ: Var evet. 3.cü albüme sakladığım pek çok şarkı var.

OKUR YAZAR: İnsanlar seni; anlattığın hikayelerde, söylediğin şarkılarda, kimi de bir yerlerden duyarak, keşfedip bir daha vazgeçememişler. Mabel bu sorumlulukla neler planlıyor?

MABEL MATİZ: Birlikte hayal etmeye bağırmaya kahkahalar atmaya devam etmeyi ümit ediyorum. öyle güzel sarılıyoruz ki bu müzikle, bu bozulmasın istiyorum ve çok çalışıyorum.

OKUR YAZAR:  Bundan sonra yine o hüzünlü sesi ve anlattığı hikayeleri bu paralelde mi olacak Mabel?

MABEL MATİZ:  Her an her şey olabilir. Her şey değişebilir. Yoldan sapmadan esas yolu bulamazsınız. Ben de bilmiyorum yarını.

OKUR YAZAR: Şarkılarında ve sesinde canı yanmış bir Mabel görüyorum. Aşk sözcüğünü nasıl tarif edersin? Aşk hakkında ne söylemek istersin?

MABEL MATİZ: Aşk güzel şey. Aşık olduğumda gözüm dönüyor, bütün elementler ve kurgular yer değiştiriyor, yani dünyam değişiyor. Uzunca bir süredir aşk yok hayatımda. Olması için evrene göndermedik enerji bırakmadım. Buradan bir kez daha gönderiyorum hadi bakalım.

OKUR YAZAR: Bir çok insanın ulaşmak istediği noktalara doğru yürüyüşünü sürdürüyorsun. İnsanların ulaşmak istedikleri noktaya vardıklarından onları; yalnızlık, hüzün ve hayal kırıklığı mı bekliyor, yoksa umutlar var mı hala arayışların sonunda ?

MABEL MATİZ: Umut ve mucize hep vardır.

OKUR YAZAR: Patti Smith ve Sezen Aksu’ya duyduğun aşkı her fırsatta dile getiriyorsun? İki büyük sanatçıya duyduğun hayranlık anlamında neler söylemek istersin?

MABEL MATİZ: Şiirle pop veya rock müzikle, yani kafamı açacak günümü güzelleştirecek pek çok şeyle direkt ilgiliyim. Türlerin isimlerin biçimlerin bir önemi yok. İki isim de bunu en iyi şekilde başarmış, kalıpların dışına çıkıp kitlelere ulaşmış çok değerli sanatçılar. O kadar büyük ki kalpleri, her gün çok etkileniyorum bundan.

OKUR YAZAR: Peki ya Yıldız Tilbe?

MABEL MATİZ: Yıldız, biricik. Çok değerli bir sanatçı, çok özel biri. ne söylesem az onun için. Bu kadar ve sade ve bu kadar görkemli, aynı anda, nasıl olunur? Çok şanslıyız onu dinleyenler ve sevenler olarak. Kalbi kocaman güzel kadına selam olsun.

OKUR YAZAR: Göksel-Teoman-Ceylan Ertem’e şarkılarını vermiştin daha öncesinde. Şu an şarkı verdiğin birileri var mı? Ayrıca şunu da merak ediyorum. Örnek aldığın isimler var mı? Düet yapmak isterim dediğin isimler var mı?

MABEL MATİZ: Ayşegül Aldinç, Cemil Demirbakan, Özge Fışkın gibi kıymetli arkadaşlarıma şarkı verdim, şarkılarımı seslendirecekler. Daha pek çok isim olacak. Düet fikri beni hep korkutur, suyu çıkmış bir mevzu bence çünkü artık. Ama benim için çok özel bir insan ve müzisyen olan Ceylan Ertem’le, onun 3. albümünde bir düetimiz olacak, yine benim şarkım. Uzun vadede birlikte müzik yapmak şarkı söylemek istediğim birçok müzisyen var tabi ki.

OKUR YAZAR: Geçtiğimiz yaza damga vuran Sultan Süleyman şarkısı dahilinde Aysel Gürel ve Sezen Aksu’yu anmadan olmaz. Biraz bu projede yer almandan ve en sevdiğin Sezen şarkısından bahseder misin?

MABEL MATİZ: Ayselin’de yer almam son anda gerçekleşmiş bir şey. Benim inat ve ısrarım sonucu oldu. O günlerde tanınmıyordum, o şarkıyı o albümde söylemek için talepte bulunan bendim. Aysel Gürel çok büyük bir sanatçı. Onno Tunç ve Sezen Aksu ile birlikte yaptıkları unutulmaz. Hepsi üzerine sayfalarca yazabilirim. Çok başka zamanlarmış, her şey ne denli incelikliymiş.. Sultan Süleyman benim uğurum oldu. Aysel’e ve Onno’ya her daim şükranlarımı sunuyorum. Sevdiğim çok fazla şarkısı var Sezen’in. En sevdiğim Bir Çocuk Sevdim. Ayrılıklar Bitmez, Yarası Saklım.. diye uzar liste..

OKUR YAZAR: Krallar ve Alaimisema’da baskın görüş ve iktidar eleştirisi vardı. Ülkemizde ve dünyada olanlara bakınca “sanatçı duyarlılığı” denilen o klişe sözü bu bağlamda gerçek manada yansıttığını da görüyorum. Nasıl bir fotoğraf görüyor Mabel matiz peki, son yaşananlarla ilgili ve genel olarak yer yüzünde?

MABEL MATİZ: Gülten Akın şöyle demişti: Beni itip balıma dadanan bu çağı sevmedim. Ben de sevmiyorum bu çağı. Her şey fazla kirli ve hızlı. Teknolojiyi sevmiyorum. Kolaylıkların yanında büyük deformasyonları ve yalnızlığı da beraberinde getirdi. Bütün bunlardan yoruluyor ve sıkılıyorum. Dünya kötü bir yer. Sanırım hiçbir zaman benim hayalimdeki barış ve eşitlik gerçekleşemeyecek. Bilmiyorum, sanırım bu aralar biraz depresifim. Ne kadar şikayetçi olsam da, bir şekilde uyum sağlamaya çalışıyorum ben de bütün bunlara.

OKUR YAZAR: Ve elbette sormak isterim; bu yaz insanların hayatına damga vuran Gezi Parkı direnişi hakkında neler söylemek ister Mabel Matiz?

MABEL MATİZ: Gezi büyük bir umuttu, büyük bir kırılma noktası. Söylenmeyenler söylendi, sokaklar hiçbir zaman unutulmayacak seslerle kalabalıklarla doldu. Hala Taksim Meydanı’na cıktığımda tüylerim diken diken oluyor. Asla unutmayacağım bir şey. Dilerim uzun vadede güzel aydınlıklara vesile olur.

OKUR YAZAR: Albümde bir Mete Özgencil şarkısı var. Size ilk albümde de çok destek verdi. Bu dostluk nasıl başladı? Nasıl ilerliyor ve bundan sonrası için birlikte çalışmalar olacak mı?

MABEL MATİZ: İlk albümüm çıktıktan sonra kendisine cd mi götürdüm. Çok ilgilendi ve sevdi müziğimi. Hayatımın en büyük şanslarından biridir Mete. Çok özel bir yürek, özel bir kalem. Çocukluğum ve gençliğim boyunca onu örnek aldım, onunla tanışmayı ümit ettim. Birlikte yazdığımız başka şarkılar da var. Zamanı gelince onları da söyleyeceğim.

OKUR YAZAR: Peki, sosyal medya hakkında düşüncelerin neler Mabel ? Sosyal medyanın hızla yayılmasıyla farklı bir kuşak ve dönem ortaya çıkıyor. Klipler video platformlarında tıklanmayla değer görüyor, internete şarkılarını yükleyip insanlar seslerini daha büyük kitlelere duyurabiliyor. Yazdıklarıyla on binlerce takipçiye ulaşanlar var. Popüler kültürün sonuçları “sanatı nasıl etkileyecek” Ne görüyorsun?

MABEL MATİZ: Sosyal medyayı sevmiyorum. Ama sosyal medyadan da kopamıyorum. Sıkıştım kaldım. Biraz uzaklaşmak istiyorum bazen. Yazım ve konuşma biçimleri zaman zaman düşündürüyor, üzüyor. İnsanlar çok sevdiklerini söyledikleri kişilere bile berbat üsluplarla yaklaşabiliyorlar orada. Söylenecek çok şey var.

OKUR YAZAR: Mabel Matiz’in geleceğe dönük hedefleri neler desem?

MABEL MATİZ: Bütün dünyaya dinleteceğim besteler sözler yazmak istiyorum. Müziğim daha geniş kitlelere ulaşsın ve bir şeyleri değiştirsin istiyorum.

OKUR YAZAR: Sevgili Mabel bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederiz. Okur Yazar; sosyal medyada kültür sanat edebiyat alanında yepyeni bir heyecan katmak için yola çıkan bir oluşum. Son olarak Okur Yazar sayfasını takip edenlere mesajın?

MABEL MATİZ: Ben de sizlere teşekkür ederim…Okuyup yazmaya devam lütfen. Yoksa bu hayat geçer mi?

Şükran Moral: “Beyler siz 21.yüzyıla gelin, sizin orta çağınıza inemem”

1_7393_y4Ty6ulKUz-350x350

Okur Yazar olarak Mete Özgencil ve Umay Umay söyleşilerimizden sonra Türkiye’nin en sıra dışı ve cesur kadınlarından, dünyaca tanınmış avantgarde sanatçısı Şükran Moral ile konuştuk. Moral’ın tüm samimiyetiyle verdiği cevaplar, ses getirecek cinstendi. Lafı hiç uzatmayalım, Şükran Moral’a kulak verelim….

Sayın Moral hoş geldiniz, Önce kendinizden bahseder misiniz bize? Sanatsal çalışmalarınızın amacından? Hayata ve insanlara bakış açınızdan?

Hoş bulduk. Bu konuyla ilgili çok konuştum aslında. Şöyle izah edeyim; hayatımın amacıyla sanatsal işlerimin amacı sürekli çakıştı. Amacım yürekten inandığım projelerimi net bir şekilde anlatabilmek. İstanbul’un yeraltı sahnelerine girdiğimde genelev, hamam, akıl hastanesi ve morg gibi o ana dek kimsenin aklına buralara girerek iş yapmak aklına gelmemişti. Demek istediğim net bir tavır alınmamıştı. Tabuları yıkmak, hayatın içinde olmak bu iki tavrı çok önemsedim. Yine hapishaneye de girmek istemiştim fakat izin alamadık. O yıllardaki röportajlarımda bu isteğime de yer verilmişti. Sanatı ve yaşamayı misyon haline getirmek desem amacım çok yanlış olmaz. Evet biraz iddialı ve küstah.

Bir Türk kadını olarak bu kadar cesur olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Cesaretimi sınayarak cesur olabiliyorum desem çok mu kapalı bir anlatım olur? Cesaret aşka benzer, aşkı ve cesareti deneyerek öğrenirsiniz. Bence en kötü şey ideallerin ve arzuların olmaması. Daha özele inersem; kendine güvenmek ve kimseden alkış beklemeden ileri gitmektir cesaret. Bu cesur lafını çok duydum teşekkür ederim ama daha önce cesur olduğumu hiç düşünmemiştim. Çok duyduğum için üstüne konuşmaya değer diye düşünüyorum. Cesur olmanın bedelini ödeyecek kadar da zengin olmalı insan. Bazen ailen seni reddedebiliyor, bir ailen bile olamıyor, bazen bütün ülke seni linç ediyor, bazen uzun yıllarca kimse işini almıyor, bazen sana sponsor olmak istemiyorlar, bazen en yakın arkadaşın sana ihanet ediyor, bazen yıllarca soğukta yaşıyorsun, yıllarca tatil yapamıyorsun, hastahane odasında yabancı bir ülkede ameliyat olmuşsun seni ziyaret eden kimse olmuyor, annenin cenazesine gidecek para bulamıyorsun..

1_7391_jSiXR9JwQV-450x450İşlerin sürekli sansüre uğruyor. Projelerini sergilemek istemiyorlar çünkü herkesin bir ailesi var. Yıllardır aç yaşıyorsun…Daha da kötüleri var ama bu kadarı yeter.Bütün bunları aşarsan kimse sana artık dokunamaz.

Olay yaratan sanat işlerinizden bahsedelim istiyorum. Genelev çalışmanızı anlatır mısınız? Nasıl bir ortamla karşılaştınız, neler yaşadınız, tepkiler ne oldu ve orada istediğiniz mesajı verebildiniz mi?

1997′de bu işlerimden kimse bahsetmedi. O zamanın küratörü benden tek kelime dahi etmedi. Yani 1997′de küratör hanımın mobbingine uğradım. İsmi Rosa Martinez’di. küratörün mobbingi yüzünden o senede işlerimin üstü örtüldü, o işlerimi yok saydılar. Her zaman olduğu gibi o andaki bir avuç sanat çevresi bunu biliyordu ama aldırış etmediler. O dönemde o kadar ünlü bir küratörün size karşı tavır alması ne demek biliyor musunuz? Neyse bütün bunları biyografimde anlatacağım. Ders alan olur belki. Yüksek kaldırıma gitmeden önce o yörenin komiseriyle konuştum. Öyle hop oraya gidemezdim.

KRAN_M~1Komisere biyografimi, hakkımda çıkan yazıları götürdüm. Anlatıyorum, şunu yaptım bunu yapmak istiyorum. Adam bana “bu manyak mı nedir?” gibisinden bakıyor. “Sanatçıysan git kağıtları boya” diyor.. “Normal kadınlar, aile kadını giremez” diyor. En sonunda benle baş edemedi dedi ki “bak biz seni koruyamayız, oranın kendi kanunları var eğer delinin biri seni bıçaklarsa içeri bile atmazlar, ona göre” Böylece bana gözdağı bile verdi. Tabi dinler miyim? Üç kişilik ekiple girdik ama kamerayı gören önce kaçmaya sonra da bizi itelemeye başladılar. O neden görüntüler sallanıyor. Bir evin pezevengini ikna edebildim sanki karşımda MOMA’nın müdürü var, saygıyla konuştum yine.Ona da katalog filan gösterdim. Olaylar çok uzun, oradaki kadınlara çok ama çok acıdım inan, anlattıkları şeyler korkunçtu.

Anlattıklarınızdan dahi anlaşılan çok zor şeyler yaşamışsınız. Peki hamamın erkekler bölümüne girerek bir performans da sergilemiştiniz? Bundan bahseder misiniz?

Dünya çağdaş sanatında o ana dek hamama girerek, yani hamamın gerçek yüzünü sanatsal amaçlı bu şekilde yapan olmamıştı. Çalışan bir hamama girdim ve de erkekler bölümüne. Bir kadın olarak ve İstanbul’da. Bunların hepsinin bir anlamı var. Hamamdaki buharı da mesela estetik bir veri olarak kullanmamdan kimse bahsetmedi çünkü olayın şokunu atamadılar. O yıllarda benden sonra hamam üstüne çok iş yapıldı gerek biz de gerek batıda ki sanatçılar. Ama o ilkti…

Sukran Moral / Hamam Performance Istanbul 1997

Kadına verilen 3 çocuk doğur görevini veya medyada paramparça edilen kadın kimliğini yansıtan ve ses getiren “Jinekoloji masasına yatarak bacak aranıza monitör yerleştirme” görüntünüz vardı? Çok tepki almış olmalısınız. Ancak bence dayatılan doğurganlığın ve toplumda kadına biçilen rolün kabul edilemeyişiydi mesajınız. Ne durumda toplum peki, dikkati çekmeye çalıştığınız o performanstan bu güne?

O işimi 1996 yılında yaptım ilk olarak. Göndermesi yoğun ve çok yönlü açıklamalar açık bir iş. Yine görmezden geldiler ama o yıllarda jinekoloji masasına yatarak bir iş yapan yoktu. Jinekoloji masası ilk planda, seçilmiş bir sanat objesi. Yıllarca kadınlarımız o masada doğurdu ve o masa çok önemli. Dikkat edin o yıllarda şu andaki internet ve cep telefonu bile yoktu veya yaygın değildi. Tek olay TV. O TV aslında bugünkü teknolojiyi işaret ediyordu bence. TV’den benim seçtiğim yaptığım videolar gösteriliyordu. Yani monitör vajinayla yer değiştiriyordu. Vajina konuşuyordu, beyler..Vajina dile gelmişti!

Bunu görselliğe dökmek çok sert radikal bir olaydı, Avrupa’da bile. 3 çocuk meselesine gelince; Buna bir de “hamile kadın sokağa çıkamaz”ı da eklesek???

Evet son yılların ve ayların en akıl almaz mobbinglerine “hamile kadın sokağa çıkamaz” da eklendi. Haklısınız. Ne söylemek istersiniz tam da yeri gelmişken?

Hah bu sorunla orta çağın göbeğine geri geldim. Sanki elimizde ışınlı tele kumanda var ve birden orta çağ. Yani ben 21.yüzyıl sanatçısıyım orta çağın sorularına cevap vermek zorunda mıyım? Yok beyler yok siz 21 . yüzyıla gelin ve burada konuşalım.

Türkiye’de kadın olmak her dönem zordu, hele şimdi daha da zor. Bunu biraz konuşabilir miyiz? Zira, sizde Türk toplumundaki kadına yapılan şiddeti, gördükleri kötü muameleleri, töre cinayetlerini, çocuk yaşta evlilikleri, doğurganlığı, dayatmaları, namus meselelerini ve meta olarak cinsel kimliklerinin dışında değer görmemelerini işlediniz sanatsal eylemlerinizde.Hatta bir cümleniz vardı “Kadın vajinası tek suçlu?”

Evet hep suçlu. Bu da 2009′da yaptığım bir işimin ismi. Bütün bu korkunç olaylar nedeniyle yapmıştım. Farkındaysanız, çok kitap okumadan da bunu görebilir insan. Kadını aşağılayan, hor gören, ikinci sınıf vatandaş gibi yaşatan yok araba kullanmasın, şöyle giyinsin, hamileyse sokağa çıkmasın diyen ülkeler de savaş var. Araplar mesela hepsinde de iç savaş var birbirlerini öldürüyorlar.. Eğer bunun cevabını verirsek kadın meselesi çözülür. Kadına karşı yobazlıkla iç savaşlar paralel yürüyor. Adamlar petrolünü kaybetmişler, vatanlarını, insanlarını hala 3/4 kadın alalım peşindeler. Ne kadar zekiler değil mi?

Hem de çok! Peki şunu sorayım Şükran Hanım. Karadeniz’in küçük bir kasabasında doğdunuz. Orada yaşayan kız çocukları tehdit altında olduğundan bahsetmiştiniz, Anadolu’nun belirli bölgesinde yaşanan küçük kızlara karşı uygulanan baskılar, tecavüzler ve evlilikler ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

1_7401_AzGkhOkPZr-350x350Şu anda “küçük kız çocukları sorunu” çığ gibi büyümekte, yani dedim ya Arapları örnek alıyoruz. Küçük yerlerde kız çocuklarını okula göndermemeye devam ediyorlar. Bir kadının cahil olması demek toplumun gelişimini de etkiler. Bunlar son teknolojiyi kullanarak hala iki bin sene önceki davranışları bu günde yaşatmak istiyorlar. İki bin sene önce ısıtma yoktu o zaman evini ısıtma, uçak yoktu, uçağa binme. Buzdolabı kullanma. Ama kadına gelince o zamana uygun değerleri geçerli kılmak istiyorlar!

İlgilendiğiniz konulardan biri de; Trans bireyler. Trans bireylerin özgürlükleri ve yaşamsal hakları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Evet, bu konuyla yeni ilgilenmiyorum zaten politik desteklerimi yıllar önce de veriyordum . 1998′de TRANS İSTANBUL isimli bir proje yaptım. Çünkü bence İstanbul bir transa benziyor şehir olarak. Cazibeli, baştan çıkarıcı, kolay olmayan ama heyecanlı bir şehir. İşte trans cinayetleri de aynen kadın cinayetleri gibi nefretten ve cahillikten kaynaklanıyor. Toplum iki yüzlü. O zaman neden translarla olmak için can atan erkekler ordusu var. Çoğu da evli barklı adamlar! İki yüzlüler de ondan.

İnsanların mahrem gördüğü konuları açık yüreklilikle ortaya koydunuz hatta linç edilmek istendiniz? Bireyler, gizli kapaklı yaptıkları ve yaşadıklarının yüzüne vurulmasında mı rahatsız oldular?

1_7387_GORTGcZ5e9-350x350Aslında benim yaptığım işler yedikleri haltların yanında cidden çok masumlar. Onların rahatsızlığı mahrem olması değil, mahrem diye sundukları sahtekarlıkların bir sanat diliyle anlatılması. Düşünsel eylem haline gelmesi onları rahatsız ediyor. Rahatsız etmeye devam…

Sanat adına pek de iyi şeyler olmadı son dönemlerde. Emek Sineması yıkıldı, tiyatrolar kapandı, heykele “ucube” dendi,”böyle sanat eserine tükürürüm kaldırın çabuk” söylemleri yaşandı. Siz ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de sanata ve sanatçıya gerek devlet, gerek toplum tarafından bakış açısı ne durumda?

Hiç bu dönemde olduğu kadar sanata ve sanatçıya saldırıldığını görmedim. İktidarın medyası, her köşe yazarı adeta sanat eleştirmenine dönüştü, “yok tükürürüm ben böyle sanata”, “yok bu bir sanat mı” diyerek sanatı “ahlak” ile hizaya getirmeye çabaladılar. Yazar kasalar, okuyucu kitlesini kışkırtarak sanatçılara karşı bir nefret, bir ötekileşme kampanyası başlattılar. Sanatçılarımızın yurt dışı başarılarını küçümsemeyi de adeta bir görev bildiler. Muhalif çıkışlara hiç bir tahammülleri olmadığı gibi cahil olduklarından David heykeli sünnetsiz olduğu için aşağılayabildiler. Bunlar ne Oscar’ı, sanatçıyı, ne de Nobel almış yazarı umursamıyorlar. Çünkü düşündükleri tek şey iktidarda kalmak ülkeyi keyiflerine göre yönetmek. Çünkü saf halkı cennetin anahtarının onlarda olduğuna inandırdılar. İroniye bakın ki rant kültürünün de tek açılımı millete vaat edilen anahtarlar…

Dünyada ilk kez bir kadın kendini İsa’nın yerine koyma cüretinde bulunduğu eseriniz çok ses getirmişti ancak sanırım İtalya’da bir kere sergilenebildi. Katoliklerin hoşuna gitmediğini biliyoruz. Geçen zamanda yankıları neler oldu? Feminist Hatta Sotheby’s’in Londra’daki Türk Çağdaş Sanatı müzayedesinde 12500 sterline satıldı o eseriniz, yanlış bilmiyorsam?

Yanlışa yer vermemek için ilk kez söylüyorum nedeni; bir kadın sanatçının kendisini çarmıha germesi ve altına basarak, evet ben kendimi Cristo yerine koyuyorum demesi. Sanat tarihi böylesine küçük ama gözden kaçamayacak kadar etkili davranışlarla ilerler. Tabii ki bu işim İtalya’da da sansüre uğradı, yıllarca gösteremediler. Gösteremediğim o kadar çok işim var ki bir gün hepsini gösterme imkanı bulursam sonucunu merak ediyorum.

Sukran Moral / Speculum 1996

Bizde merak ediyoruz açıkçası Şükran Hanım. Ya İtalyan senatosuna aday gösterilme döneminizden bahseder misiniz?

2005′ti. İlk kez “İtalyan Senatosuna aday olur musun” diye teklif geldi, çok şaşırdım. Çünkü,
Burada Almanya’da olduğu gibi önemli bir Türk cemaati yok, yok denecek kadar az. O halde bu sadece benim sanatçı kişiliğime güvenmelerinden kaynaklanıyordu. Irkçılığın yüksek olduğu bu ülkeden İtalyan Senatosu’na aday ilk Türk’tüm. Kabul ettim ama ilk toplantılarda halka Dante’nin Cehennem’inden parçalar okudum. Sözcükleri değiştirerek. Benim parti yeterli oy alamadı ama Prodi’yle birleştiler. Politika bana uygun değil. Önemli bir milletvekili adayı kadın çantasını asansörün önüne bıraktı ve bana baktı. İstediki taşıyayım. Ben de “kusura bakmayın ben bir sanatçıyım kimsenin çantasını taşımam” dedim açıkça. Afalladı.

İnanılması güç bir başarı ve cesaret olarak bakılmalı bence o geçtiğiniz süreç. Peki Şükran Moral şu an ülkenin geldiği noktayı nasıl tanımlıyor?

Biz de iyi bir muhalefet parti yok. Olsaydı sorun kalmazdı. 1980′li yılların askeri darbesini de gördüm, ama bu kez çok değişik; ayaklanan öğrenci kesimi değil tek başına halkın kendisi. Büyük kaygılar da yok değil , senaryo hep aynı. Kötü bir senaryo, ortadoğu projesinde nedense halk diktaya karşı ayaklanıyor, sonuçta iktidara ya asker veya fondamentalistler geliyor. Bu kadar tesadüf olamaz. Batı bir yandan karşı çıkar gibi yapıyor öte yandan Ortadoğu’ya dikta rejimlerinin gelmesine yardımcı oluyor, neden acaba???

1_7390_UlFTwbhcm4-300x300O halde tam da yeri gelmişken Gezi Parkı direnişi için ne söylemek istersiniz?

Gezi Parkı dünya halkları etkileyen çok önemli bir halk direnişidir. Yalnız ben bu direnişin Türkiye Baharı olmamasını dilerim. Çünkü Araplar demokratik örgütlenmeyi başaramadıkları için, yine diktaların egemenliğine geçtiler..

Bu bir süreç ve devam ediyor… Mücadeleye devam!

Size dönelim. Bir dönem şiirleriniz ve yazılarınız çeşitli mecralarda yayımlandı. Yazmaya devam ediyor musunuz?

Yine 1980′li yıllarda Tersane’den Anama diye bir şiir yazmıştım.
Bak şimdi nasıl gündeme geldi! Şiirleri o yıllarda kalsa da bişeyler yazıyorum arada.

 Sosyal medya hakkında düşünceleriniz neler peki? 

Bu meselelerde içlerinde namuslu çok insan çıktı. Toplumsal duyarlılığa korkusuzca eğilen. Ötekilere de yuhhh diyorum.

Şiir peki?
Şairleri çok severim , onlar bir çok konuyla olduğu gibi, toplumun nabzını da tutuyorlar, olaylarla ilgileniyorlar. Yeni nesil çok kuvvetli. Fırat Demir, Burak Dikoğlu ve zaten tanıdığınız Mahmut Temizyürek’in şiirlerini çok severim.

 Okur Yazar takipçilerine ne söylemek istersiniz son olarak ?

Okur Yazar’a teşekkür ederim. Mesajım; Sevgilerine layık olabiliyorsam ne mutlu bana. Çok zenginim demektir. Bir de son olarak Che Guevara’nın cümlesini anımsatarak herkese selamlarımı iletiyorum…

“Savaşan kaybedebilir, savaşmayan çoktan kaybetmiştir.”

Umay Umay: “Kalanımı merak ediyorum. Soluşumu, yolculuğun sonunu.”

Umay Umay, müziği ve tavrıyla 90’lı yıllara damga vuranlardan. Popüler olmak gibi amacı olmadı hiç. Ama işleri hep takip edildi. Müziğinin yanı sıra şiir kitaplarıyla beğeni topladı; fotoğrafçılığıyla ilgi çekti. Umay Umay ile kitaplarını, hayatı, sosyal medyayı, müzik, şiir ve fotoğrafı konuştuk.
Görsel
OKUR YAZAR – UMAY UMAY SÖYLEŞİSİ
OKUR YAZAR: İlk albümünüz “Umay Umay” oldukça ses getirmişti. Barlas sözleriyle; Teoman, Şebnem Ferah, Özlem Tekin vokalleriyle size eşlik etmişlerdi. Nasıl anımsıyorsunuz o zamanları?

UMAY UMAY: Çok alkollü. Dumanlı. 5 vites. Kahkaha, kavga, ihtiras, tutku gibi gibi..

OKUR YAZAR: Beyoğlu deyince siz akla gelirdiniz? Hayal kahvesi? Nasıldı peki Beyoğlu’nda hayat o yıllarda? Şimdi nasıl?

UMAY UMAY: Kimse adına konuşamam ama her şey gibi Beyoğlu da değişti. Evet ben Beyoğlu’nu cesur ve güzel yaşadım. Şimdi orada onları yaşayacak ne kültür var ne de ben gencim. Kendimizi bir aile gibi görüyorduk. Burnumuzun kanayacağını bile bile atlıyorduk her meseleye çünkü arkamızda kocaman bir aile vardı. Kimse kimseye sırtını dönemezsin. Ayıptı dönmek. İçip içip el ele koşardık düşünsene. Şimdi Beyoğlu’nda hayat olağan ve silme ofis. Oradaki evimi kapatmam. Orası benim de kendimi hatırladığım duygusal, öfkeli, mavi saçlı ofisim. 

OKUR YAZAR: Daha sonrası Mete Özgencil ile yollarınız kesişiyor? Mete Özgencil deyince Umay Umay neler söylemek ister?

UMAY UMAY: Yaklaşıp uzaklaşan uyum…

OKUR YAZAR: Bütün bu süreçlerden, bu denli üretkenliğin ardından; bir suskunluk dönemi mi yaşadınız? Neler oldu sonrası?

UMAY UMAY: Evet. Uzun süre canım hiçbir şey istemedi. Evlerden de dışarı çıkmıyordum. Kendimden bile dışarı çıkmıyordum. Bu iyi oldu. Hissettim, hissettim, hissettim. Hayal ettim, hayal gördüm, hayallerimi hayal ötesi yerlere taşıyabildim. Sarsıcıydı. Bedenimi bile yavaşlattım. Ordan oraya atlamamayı hem bedenimle hem zihnimle çalışıp öğrendim. Kendim için sihirli olana yaklaştım. Onu sevdim, korudum, büyüttüm. Çocuklarım için yemek yapmayı öğrendim. 

OKUR YAZAR: Çiğdem Erken’in yeni albümü “İstanbul Kızı”, Ada Müzik’ten yayınlandı. Albümde yer alan “Naz” adlı şarkı için Cevapsız Ağrı’dan bir şiir okudunuz, Sesle öpüşmeyi özlediğinizi söylemiştiniz. Böyle sürprizler görmek, dinlemek istiyoruz, var mı ufukta projeler?

UMAY UMAY: Bir iki düet sözü verdiğim halde gidip söyleyememiştim. Çok sevdiğim müzisyenler üstelik. O adımı bir türlü atamadım. Yapamıyorum, gelemiyorum diyerek özür diledim. Anladılar. Çok kapalı yaşadığımı ve şarkı söylemekle ilgili sorunlarım olduğunu biliyorlardı. Daha doğrusu dışarıyla ilgili sorunlarım. Çiğdem’e şiirimi okumaya gittim ve stüdyoda mikrofona birkaç adım kaldığında ağlamak istedim. Ağlamadım tabi ama bedenim sanki eski umay’a çok hızlı geçiş yaptı. Birden bire, inanamadım kendime. Daha şiiri okumadan hissettim başıma ne geldiğini. Stüdyodan çıktığımda Beyoğlu’nda gözlerimden yaşlar akıyordu. Dedim; Umay seni çok özledim.. ve albüm yapmaya karar verdim. 

Eğer yine kaçmazsam ekimde stüdyodayım müthiş bir ekiple.

OKUR YAZAR: Harika haber bu söyleşimizi okuyanlara müjde olsun ilk bizim vasıtamızla o halde. Peki, siz şimdiki zamanın şarkılarını nasıl buluyorsunuz?

UMAY UMAY: Her zamanki gibi iyiler ve kötüler, tuhaflar ve vasatlar. Öyle ilerliyor zaman da, şarkılar da. Çok sevdiklerim var elbet. 

OKUR YAZAR: Yazarlık mı yoksa şarkı söylemek mi? Hangi ruh halleri bir diğerine yakınlaştırır sizi? Şimdi neresinde Umay Umay?

UMAY UMAY: Hayat değil kendiniz! Kendiniz kendinizi öyle bir yere götürürsünüz ki artık birinin diğerinden fazla farkı yoktur. Artık ne yaparsanız onu seviyorsunuzdur. Bu dikiş dikmek bile olabilir. Ki dikiş de farklılıklarını yarattığı an büyük sanat. Bence elbette. Müziğe çok uzak kaldım, ondan korkuyorum. Yazmaksa hep yanımdaydı. Elbiselerime kadar yazdım. Kalkmaya üşenip çarşaflara yazdım. Yazıyla batarak çıkarak beraberlik evet!Evet de hep müziğe gömüldüm. Hep.

OKUR YAZAR: Şarkı ve şiirlerinizde canı yanmış ama yine de hiçbir şeye ‘eyvallah’ı olmayan bir kadın var. Öyle midir gerçekte Umay Umay?

UMAY UMAY:  Öyleyim, sanki.

OKUR YAZAR: Kırmızı? Umay Umay rengi sanırım. 
Yazı ve şiirlerinizde insan hissediyor vurgusunu ?

UMAY UMAY: Kırmızıyı sevmeyen yoktur. Haa vardır vardır, korkaklar sevmez evet.

OKUR YAZAR: Nette hakkınızda bir çok şey yazılmış çizilmiş. Çoğu güzel şeyler. Bir tanesi vardı,”camlar ülkesinin kraliçesi olduğuna inananlar için kalbi camdandır” Etkileyici bir tanımlamaydı? Umay Umay’ın kalbi çok mu kırıldı? Aşk hakkında ne söylemek ister, bu denli derin yaşayan ve yazan bir kadın olarak?

UMAY UMAY: Kırıklar üstüne çok laf etmeyi sevmiyorum artık. Üretirken tepemde duran algıyı, altımdaki denizi, yanımdaki kuyuyu, arkamdaki dağı artık röportajlarda dillendirmek istemiyorum. Kaldı ki iyi bir okuyucularım bu soruların cevabını kitaplarımda keşfettiler. 

Beni sevenler hakkımda güzel laflar eder doğru. Sağ olsunlar. Ama kimsenin görüşünü ne olumlarım ne olumsuzlarım. Memnuniyetim de memnuniyetsizliğim de ben de saklı kalsın. 

Yine de çok sevilmeyen biri olarak beni sevmeyi denemiş veya başarmış herkese tek tek tüm kalbimle teşekkür ederim.

OKUR YAZAR: “Ben insanın doğduğunda Tanrı’ya ulaştığını düşünüyorum.” Bu düşüncenizin özünde yatan neydi içinizde? 

UMAY UMAY: Tam da dediğim gibi “Ben insanın doğduğunda Tanrı’ya ulaştığını düşünüyorum.”işte. O kadar net. 

OKUR YAZAR: Kitap kapaklarındaki görseller sizin eseriniz. Fotoğrafla olan yakınlığınız nasıl başladı? Hatta fotoğrafa olan ilginiz arkadaşınızı kaybetmenizle başlamış?

UMAY UMAY: Bir tutunma meselesiydi. Anı sesle yakalamak ne büyülüydü. Susmanın en kıymetli yollarından biriydi. Hem hareketli hem dondurucu. Fotoğraftan çok şifa aldım. Ağrı kesiciler bile fotoğraf kadar şifa vermedi bedenime. Şimdi sadece kendimi çekiyorum. Niye mi? Kalanımı merak ediyorum. Bana benden ne kaldıyı. Soluşumu, yolculuğun sonunu. Gülerek ya da üzülerek. Merak tetikleyicidir. 

OKUR YAZAR: Çekim yaparken nasıl oluyorsunuz? Fotoğrafla ilgili paylaşmak istediğiniz projeler?

UMAY UMAY: Meraklı. Gergin. Heyecanlı. Sergi kabul etmiyorum. Kitap olarak basılacak. Daha var.

OKUR YAZAR: Bütün bu çalışmalarınızı nereden takip edebiliriz? 

UMAY UMAY: Arayan bulur aslında. Sadece twitterımda bile adresleri var. 
çok adres vermek iyi değil 

OKUR YAZAR: 34 U 442/Veda Busesi, Orospu Kırmızı, Rüya Duvarları, Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli, Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz’den sonra geçtiğimiz ay yayımlanan Cevapsız Ağrı ve Umay Umay Remix. Yolda yeni kitaplar, projeler var mı?

UMAY UMAY: Var. Cem Adrian la sadece ikimizin olduğu- defter+cd projem var. becerebilirsek o yayınlanacak hemen. Önümüzdeki ay buluşacağız. Bakalım olur mu. Bilemiyoruz. Ki onla kahve içmemiz bile müzik gibi. 

OKUR YAZAR: Sözlere dokundukça kanayan ve karanlık çıkmaz sokakta bir ağacın gölgesi arkasına saklanmış küçük bir kız çocuğu seziyor insan sizi okudukça? 

UMAY UMAY: Eşşek kadar kadın olarak buna ne diyeceğimi bilemedim. 
Kaçabilir miyim?.)

OKUR YAZAR:  Tamam şöyle sorayım o halde. “Bir şeye, bir ada, bir konuma ait olmayı hiç sevmiyorum.” demiştiniz bir söyleşinizde. Bu ruh halinde misiniz çoğunlukla?

UMAY UMAY: Demiştim, evet öyle. Öyle hissediyorum. Öyle davranıyorum. Öyleyim…

OKUR YAZAR: Hayatınızda kalemiyle önemli bir yere sahip Füruğ Ferruhzad deyince neler söylemek istersiniz, nasıl bir bağ kurdunuz? 

UMAY UMAY: Furuğ denince akan sular da durur, yazılan şiirler de, kırmızı güller bile durur. Furuğ hep yanımdadır. Daha ne diyeyim bilmem ki. Bir gün sadece ona bir gül bırakmak için İran’a gideceğim. 

OKUR YAZAR: “Çok güzel seviştim. Her şeyle seviştim. Hayatla, müzikle, her şeyle. O seks yaptıklarını sananların ulaşmak istedikleri yerde o kadar çok vakit harcadım ki.”der Umay Umay. Peki insanların ulaşmak istedikleri noktaya vardıklarından onları canlarının yanışı ve hayal kırıklığı mı bekliyor ?

UMAY UMAY: İnsanlar; bu can yanması, kırıklık, kırgınlık gibi duygularla çok farklı duygularmış gibi ilgililer. Oysa onlar uyumak uyanmak, su içmek, neşelenmek, hatta mutluluktan gerinmek kadar doğaldır ve onlar kadardır. Ayrıca bir ruhun yorulacağına inanmam. Yeri azalır. En azından bende öyle. Yorgun değilim yerim az. Fazla şey alamayacak kadar dolu. Bu aksine dinamik demek. Sobada elinizin yanması bazen kalbinizin yanmasından daha şiddetlidir. Bu yanma kavrulma hallerine çok mesafeli olunmalı. ACIM HADDİNİ BİLİR! Haddini bilmeyen acıdan da hoşlanmam. Acı mağrur bir şey.. Onu ucuzlatamam. Boynunu eğemem. Acının boynu diktir. Bunu bilenin acısı mağrur, dik, mesafelidir evet. 

OKUR YAZAR: Kazım Koyuncu ile paylaşmak istedikleriniz. 
Bir söyleşi yapmıştınız en son?

UMAY UMAY: Kazım’la ilgili röpörtajları hep reddettim yanılıyorsunuz. Arkasından yapılan cd’ye yazı bile vermedim. Televizyonlarda caf caf konuşmadım. Yasımı saklı, korunaklı yaşadım. Bazen kendi özel röportajlarımda soruların bazılarına kısa cevaplar verdim. Kazım gitti, bu kadar. Henüz konuşmak için erken. 

OKUR YAZAR: “Kuzey bir zamanlar doğduğum yerdi, sonra küstüğüm ve kaçtığım yer oldu, sonra bütün ruhum bir kuzey uçurumu gibi şekillendi” Hala o uçurumlarda mı geziniyor, o rüzgarı hala yüzünde hissediyor mu Umay Umay?

UMAY UMAY: Sık sık ve çok sert hissederim hala…

OKUR YAZAR: Peki, sosyal medya hakkında düşünceleriniz neler? Sosyal medyanın hızla yayılmasıyla farklı bir yazar kuşağı ortaya çıkıyor. Ayrıca klipler video platformlarında tıklanmayla değer görüyor artık, Popüler kültürün belki sonucu, siz nasıl görüyorsunuz, baş döndürücü bu süreci?

UMAY UMAY: Başım dönmüyor. İlgiyle izliyorum. Azaltıcı buluyorum sadece. Çelimsiz ve azaltıcı. Hem kitabını bastıramayan- şarkısını, filmini yaptıramayan genç elbette kendi yapar kor. Bunda şaşılacak, küçümsenecek bir şey görmüyorum. Ama her şey çöplüğe dönünşünce elbette azalma, değersizleşme başlar. Şeker hastalığı gibi görüyorum bütün olanı biteni. Bir yeri onarırken diğer yer hastalanıyor. 

OKUR YAZAR: Sosyal medyada edebiyat yapılabilir mi ve takip ettiğiniz isimler var mı?
UMAY UMAY: Takip ettiğim edebiyat blogları, yazarları yok. Edebiyat her yerde yapılabilir. Edebiyatsa da değilse de. İyi edebiyat her yerden görünür. Ama nette ama kağıtta, ama bir bakışta.. benim için etkilemenin kuralları, mekanları, patronları yok. Etkile de nerde, neyle, nasıl etkilersen etkile.

OKUR YAZAR: 2013 ve duyarlı tüm insanların hayatına damga vuran Gezi Parkı direnişi hakkında Umay Umay neler söylemek ister?

UMAY UMAY: Çok güzeldiler. Çok haklıydık. Hep beraber Çarşı’lı olduk. Bu eylemde insanlar ve etkileme gücü adına incelenmesi gereken tek adres Beşiktaş çArşı. İlk sinerjiyi ve cesur sinerjiyi onlar yaydı. Tümüyle onlar yaydı. Onları çok seviyorum.

OKUR YAZAR: Sizi okumak, dinlemek, fotolarından seyretmek zamansız geliyor insana. Zamansızlığı hakkında neler söylemek ister Umay Umay?

UMAY UMAY: Ayıkken görülen rüyalar….

OKUR YAZAR: Okur Yazar sayfası sosyal medyada kültür sanat edebiyat alanında yepyeni bir heyecan katmak için yola çıkan bir oluşum. Okur Yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

UMAY UMAY: İlgiyle takip ediyor ve beğeniyorum. Kısaca kendinize batıp çıkın. Gerisi çer çöp bu ortamda..

OKUR YAZAR: Teşekkür ediyoruz sevgili Umay Umay bize vakit ayırdığınız için.

UMAY UMAY: Ne demek zevkti, ben teşekkür ederim.

Foto: Umay Umay

 
 
 

Mete Özgencil: “Yazı cehennemde ayakta kalmaya yarıyor!”

O hem söz yazarı, hem besteci, hem şair, hem yazar, hem ressam, aynı zamanda senarist ve yönetmen…

Çektiği klipler, aldığı ödüller, sayısız hit şarkıya yazdığı sözlerle Tarkan’dan Nilüfer’e, Hande Yener’den Candan Erçetin’e, Umay Umay’dan Gökhan Kırdar’a, Gülben Ergen’den Nükhet Duru’ya ve Yeni Türkü’ye sayısız sanatçıyla çalışmış, Türkiye’nin en önemli starlarının zirve yürüyüşündeki önemli mihenk taşlarından biri olmuş; sanat yönetmenliğini yaptığı Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri ve senaristliğini yaptığı Mum Kokulu Kadınlar filmleriyle ödüller kazanmış, Uzay Heparı’nın kült haline gelmiş Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ı filminin de sanat yönetmeni, üstüne bir albüm ve bir de kitap çıkarmış son 20 yılın en önemli sanat adamlarından biri olan Mete Ozgencil Okur Yazar’ın konuğu oldu ve sorularımızı içtenlikle cevapladı…

meteözgencil

METE ÖZGENCİL – OKUR YAZAR SÖYLEŞİSİ

“Yazı cehennemde ayakta kalmaya yarıyor!”

OKUR YAZAR: Hoş geldiniz ve bizi kırmadığınız için teşekkür ediyoruz Mete Bey. Siz Türkiye’nin son 20 yılda gördüğü en önemli ve çok yönlü sanat adamlarındansınız. Geniş kitleler sizi yazdığınız şarkılar ve çektiğiniz kliplerle tanıdı. Bir çok güzel projeye imza attınız. Bütün bu süreçlerden, bu denli üretkenliğin ardından Mete Özgencil bir suskunluk dönemi mi yaşadı? Neler oldu bizle paylaşır mısınız?

METE ÖZGENCİL: Teşekkür ediyorum sizlere öncelikle. Şöyle anlatayım süreci; en başta 1999’da 17 Ağustos depremi oldu. Trabzon’da Yeni Türkü’ye yazdığım Nakka şarkısı için klip çekmeye gitmiştik. Gittiğimiz gece sabaha karşı deprem olmuş. Uyandığımızda Trabzon’da elektrikler yoktu. İstanbul yanıyor deniyordu. Telefonlar felçti. Bir gün sonra dönebildik. Döndüğüm şehir, bildiğim şehir değildi sanki. Bildiğim insanlar da keza. ”Elbette” albümü yeni bitmişti. Nasıl olduysa bunu da atlattı insanlar, fazla sıkamadılar canlarını. Tadım kaçmıştı iyice. Çıkan sözler de bilendikçe bilenmeye başladı. Kimseye verilecek gibi değildi. 2000’de Devrim’le tanıştık, Karaoğlu, Los Angeles adıyla DK. Bir başka proje için başlayacaktık, bir kaç seans sonra anladım ki benim söylemem gereken sözlermiş bunlar. O sırada Tarkan’ın “Karma” albümü için buluştuk. “Verme, Uzak, O’na Sor” çıktı. “Benim Olmalı” albümü 2001 de çıktı. Bu sefer de İkiz kuleler olayları patladı. Hatta ”Bir Bana Vurulmuş Ol” un klibi için görüntü yönetmeni Hasan Gergin ile görüşürken Devrim aradı. O bana Dady der, ”Dady televizyonu aç” dedi. Açtım. İkinci uçak gökdelene girdi. Hasan’a döndüm; ”Klip mlip yok, ekonomi bitti” dedim. Bir süre öyle oturduk. Sonra gökdelen penceresinden atlayan adamın duvara çarparak düşüşü….Derken, 2002 krizi…
2003 yılında Nilüfer ”Acılara Son”, 2004 Hepsi gurubu ilk albümünde “Olmaz Oğlan, Çok Güzelsin, Ben Özgür Değilim, Olta, Dün Tattın”, 2004 Hande Yener ”Hoş geldiniz” ve ”Bir İz Gerek”, Yine aynı yıl Mine Çayıroğlu’nun bütün albümü ”Zümrüt Gibi”, 2005 Hande Yener ”Apayrı” albümünde Apayrı, Şefkat Gibi, Nasıl Zor Şimdi, Aşkın Ateşi, Kanat, Sakin Olmalıyım, Unut falan filan derken 2013 Mabel Matiz ”Zor Değil”e kadar geldik işte. Sayarken bunaldım sahiden de 

OKUR YAZAR: Nefes aldıralım size o halde… Oldukça zor sancılı süreçlermiş gerçekten. Peki, 2011 yılında yayınlanan “Zor anahtarı” kitabınızın ön sözüne “Yazmaktan başka tek bir çare vardı bazı geceler, o da çare değildi” demişsiniz bir söyleşinizde.

METE ÖZGENCİL: Evet, bu söz ön sözde var. Gayet anlaşılır aslında, “Yazmaktan başka tek bir çare vardı bazı geceler, o da çare değildi”

OKUR YAZAR: Oldukça derin ve melankolik bir tanımlama geldi. Peki Mete Özgencil ne düşünüyor “yazmak” hakkında? Biraz yazar kimliğinizi konuşmak isterim. Ülkedeki en iyi şarkı yazan, sanata ve hayata bakış açısına dair böyle derinlikler taşıyan sizi bulmuşken hazır…

METE ÖZGENCİL: Kitabın sonunda da bu konudaki fikrim yazılı. “Yazı cehennemde ayakta kalmaya yarıyor” demişim 2004’te. Belki siz öyle diyorsunuz ama geçen günlerde bir müzik eleştirmeni; Söz yazamadığını söylediği bir genç besteci-söz yazarına, madem yazamıyorsun, git güzel söz yazarları var bu ülkede, onlardan al deyip örnek olarak Aysel Gürel’in daha bestelenmemiş birçok sözü var dedi  Yaşayan yok yani:)

OKUR YAZAR: Herkes ahkam kesiyor bu ülkede Mete Bey demek ki.. Peki şöyle sorayım. Şarkı yazmak, hikaye yazmak, senaryo yazmak, şiir yazmak, kitap yazmak..
“Yazmak” hayatınızın en önemli mihenk taşlarından olmalı sizin. “Yalnızlıklarla mı” besleniyor ruh? Siz nasıl anlatırsınız yazma serüveninizi. Ve ne itti sizi yazmaya? Ne zaman fark ettiniz? Yaşamınızdaki esin kaynağı kim olmuştur?

METE ÖZGENCİL: Yazmak seçilecek bir şey gibi gelmedi bana. Üstüme kaldı sanki. Yoksa ben kendimi ressam sanıyordum.

OKURYAZAR: Ah evet, ressam kimliğiniz var aynı zamanda. Çalışmalarınız devam ediyor mu?

METE ÖZGENCİL: Arada bir kalkışıyorum ama resim öyle arada yapılacak bir şey değil. Ya onunsundur ya da hiç bir şeyin!

OKUR YAZAR: Yazmakla ilgili soracağım yine; İnsan mutluyken yazabilir mi?

METE ÖZGENCİL: Hayır. Düşünen birinin mutlu olma tehlikesi yok bu gezegende….

OKUR YAZAR: Peki Mete Bey, “Kitle, sağlığı ve uyukluğuyla gurur duymaya itilirken, derdinden utandırılmakta” diye bir cümleniz var.. Toplum olarak büyük dertler çekmiş, uzun süreçlerden geçmiş bir kuşağın önemli temsilcilerinden olarak olarak, hala derdini saklayan, derdinden utanan bir toplum mu gözlemlediğiniz?

METE ÖZGENCİL: Şu an itibariyle bu tamamen değişti. Yaşayanlar bilir; yıllarca aynı yerde sayan zaman, an gelir ters-yüz olur. Müdanasızlık yaygınlaşsın gayretiydi olanlar. Ciddiyet sıkıcı görünsün ki, imaj jandarmaları yönetsin insanı. Az düşünen insanı tabi. Giderek de hiç düşünmeyen insanı. İnsan öyle bir şey değil elbet. İnsan ”Onur”lu olmayı sever. Uzun süre aşağılanamaz. Sigortalar atıverir. Öyle ”Masum Değiliz, hiçbirimiz” yemez. ”Herkesin mutlaka saklanacak bir suçu vardır”a güvenerek genelleme yapamazsınız. İnsan ”Aşk”sız yaşayamaz. Aşk ise sadece kahramanların başına gelir.

OKUR YAZAR: Edebiyatla ilgili düşünceleriniz neler desek? Sizi etkileyen kitaplar nelerdi bir de?

METE ÖZGENCİL: Berbat bir okurum ben. Yaşamaktan alıkoyup kendimi okutamadım. Bir de okuduğumu sevmişsem onunla uzun zaman meşgul olurdum. Anladım ki ne kadar çok okursam, o kadar az kendim kalacağım. Bu benim için geçerli elbet. Bu arada “Yüz Yıllık Yalnızlık ve Yeraltından Notlar” aklımı uçurmuştu.

OKUR YAZAR: Zamanında Remzi Kitabevi’nin çilek serisi için çok hoş kitap tasarımlarınız oldu. Böyle bir proje ya da tasarım anlamında çalışmalar görebilecek miyiz sizden?

METE ÖZGENCİL: Henüz böyle bir talep almadım…

OKUR YAZAR: Umay Umay’ın bir şarkısında “Ayaz vur vuracaksan, hiç utanmadan kıyamet sende, kop kopacaksan” demiştiniz. Çok etkileyiciydi, bir çok sözünüz gibi. Bu denli yoğun ve az söyleyip nasıl bu denli çok dokunuyor insana sözleriniz, şiir kitabınız da da az ama içi dolu sözcüklerle derinlere dokunmuştunuz..

METE ÖZGENCİL: Umarım dediğin gibidir. İnsanların uzun metinlerle uğraşacak kadar dinç dimağları yok. Onlara bir şey söylemek istiyorsanız kısa, açık ve sahici olmalısın. Bu yüzden seviyorum şarkı sözü denilen şeyi. ”Söz” demek, denecek hale gelecek kadar süzülmüş anlam demek benim için. İster şarkıda ister boşlukta. Yoksa müziğin üstüne kelime yazmakla bir alakası yok dediğimin. Kimileri, mübarek gerdanına inci diziyor sanırsın.

OKUR YAZAR: Bir dönem müzik piyasasında imzanızı her yerde görüyorduk. 2001’de çıkan ilk ve tek albümünüz hala insanların evlerinde, arşivlerinde mevcuttur. Daha sonra albüm yapmayı düşündünüz mü? Düşünüyor musunuz?

METE ÖZGENCİL: Görürdünüz evet. Sonra, kliplerden yazılar kaldırılınca göremediniz.
Şu sıralar tekrar düşündürmeye başladı kendini .

OKUR YAZAR: Türkiye’nin en önde gelen sanatçılarıyla çalıştınız, destek verdiniz. Yollarınız kesişir mi yeni projelerde ve beraber çalıştığınız kimler var, şu sıralar Mete Bey?

METE ÖZGENCİL: Bazılarıyla kesinlikle kesişmez o yol. Şu ara diye isim veremem. Günler ne getirir bilinmez.

OKUR YAZAR: “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri” ve “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”ın sanat yönetmeniydiniz. Ayrıca “Mum Kokulu Kadınlar”ın senaristi. Tekrar bir film yapacak mısınız?

METE ÖZGENCİL: Hiç hevesim yok desem yeridir.

OKUR YAZAR: Sosyal medya hakkında düşünceleriniz neler? Sosyal medyanın hızla yayılmasıyla farklı bir yazar kuşağı ortaya çıkıyor. Ayrıca klipler video platformlarında tıklanmayla değer görüyor artık, Popüler kültürün belki sonucu, siz nasıl görüyorsunuz, baş döndürücü bu süreci?

METE ÖZGENCİL: Çeşitlilik iyidir elbet. Yazışmadan yanayım ben. Konuşunca uçuyor denir ya doğru. Bazı insanlar karşısındakinin hafıza zayıflığına güvenerek konuşuyor zira. ”Niye böyle söyledin” diyorsun, ”ben öyle söylemedim ki” diyor. Yazınca büyük lüks. Dön başa oku, beklerim diyorsun. Uçuyor vatandaş.

OKUR YAZAR: Son Gezi Parkı direnişi hakkında Mete Özgencil neler düşünüyor?

METE ÖZGENCİL: Cetvel değişti diyorum.

Okur Yazar sayfası sosyal medyada kültür sanat edebiyat alanında yepyeni bir heyecan katmak için yola çıkan bir oluşum. Okur yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

METE ÖZGENCİL: İçselleştirmeden, ne okusan ne yazsan, olmaz. Bunun yolu inanmaktan, teslim olmaktan geçer. Bütün iyi niyetinize rağmen karşıysanız, vazgeçme hakkını kullanabilirsiniz demektir.Ben sizi kutluyor ve tüm takipçilerinize selamlarımı iletiyorum. Sevgiyle…

OKUR YAZAR: Bizde size teşekkür ediyor ve sanat hayatınızda sonsuz başarılar diliyoruz Mete Bey….

Nafer Ermiş: “Aklı başında hiç kimse ünlü olmayı istemez”

Görsel 

Twitter fenomenlerinden çevirmen/editör/yazar Nafer Ermiş, Okur Yazar’a konuştu…

Okur Yazar – Nafer Ermiş Söyleşisi

OKURYAZAR: Okur Yazar takipçilerine kendinizden, bizim bilmediğimiz Nafer Ermiş’den bahseder misiniz biraz? Nafer Ermişin hikayesi nasıldır? Neler yaptı bunca zaman? Nasıl bu noktaya gelebilmiştir?

NAFER ERMİŞ: Denizli’de doğdum, Ankara’da, Mülkiye’de okudum. İktisat bölümünde. 1990 yılında Almanya’ya gittim. Orada da Kültür Bilimleri okudum, biraz da felsefe ve Alman Edebiyatı. 11 yıl dayanabildim Almanya’ya. Çünkü çok sıkıcıydı ve çok yabancıydı. 2001 yılında geri döndüm ve İstanbul’a yerleştim. Asıl iş hayatım da ancak ondan sonra başladı. Esas olarak üç iş yapıyorum, bunların ikisinden para kazanıyorum, birinden henüz değil. Temel mesleğim çevirmenlik. Almancadan özellikle edebiyat ve felsefe alanında kitaplar çeviriyorum. Bir başka işim de editörlük. Bu son bir buçuk yıl öncesine kadar İmge Yayınevi’nde tam zamanlı olarak ve 5 yıl boyunca yaptığım bir işti. Bir buçuk yıl önce ayrıldım. Artık ara sıra, yayınevlerine dışarıdan yaptığım bir iş editörlük. Diğer işim de yazarlık işte. Para kazanılamadığı zaman meslek denilemeyen, ama aslında insanın esas işi olan şey. Çünkü ben genelde hep bununla uğraştım. 21 yaşında roman yazmaya başladım. Biraz da çevrenin baskısıyla oldu bu. Herhalde şiirlerden ve öykülerden bıktılar. İnsanlar yaz tatillerinde güneye göç ederken ben Ankara’da bir bodrum katında roman yazmakla uğraşıyordum. Bu böyle 5 yıl sürdü.

OKURYAZAR: Sizi çevirmen, yazar, şair, editör, yayıncı ve Twitter ünlülerindensiniz diye biliyoruz; Sözleriniz bir çok insana ulaşıyor, insanlar kendilerinden bir şeyler buluyorlar ve her gün sizi takip ediyorlar…
Bütün bunları nasıl başarıyorsunuz? Size ne hissettiriyor? Yıllar önce buraları hayal etmiş miydiniz?

NAFER ERMİŞ: Bu bir başarı mıdır bilmiyorum ama, şu an ne yapıyorsam bu, hayatımın bu anına kadar yaptıklarımın bir ürünüdür. Yazıyla bu kadar uğraşınca ister istemez bazı beceriler gelişiyor insanda. Özellikle çevirmenlik benim dilime çok katkı yaptı. İnsan normal olarak yazarken aklına gelen cümleleri yazar. Aslında dil üzerine fazla düşünmez, fazla uğraşmaz. Ama başkasına ait, yabancı bir cümleyi yeniden kurmak, onu güzel ifade etmek zorunda kalınca, işte o zaman dilin olanaklarına kafa yormaya başlıyorsunuz, nasıl en iyi, en anlaşılır şekilde ifade ederim diye uğraşmaya başlıyorsunuz. 10 yıllık çeviri çalışmalarım bu anlamda yazı dilime çok şey kattı diyebilirim. İnsanların yazdıklarımda kendilerine dair bir şey bulması beni çok mutlu eder; onların hayatına minicik bir katkı yaptığımı düşünürüm. Sonuçta ben de kendi yaşadığım olaylardan, hayal ettiğim hikayelerden çıkardığım şeyleri yazıyorum. Hepimiz insanız, bir çok konuda benzer şeyler yaşıyor, benzer şeyler hissediyoruz. Bunu Twitter’da daha iyi görüyorum. Bu noktayı hayal etmiş miydim… 15 yaşında çok daha fazlasını hayal etmiştim ve hala bu hayallerin peşindeyim. Yani henüz bir şey yaptığımı düşünmüyorum.

OKURYAZAR: Bir romanınız “Gökyüzüne Ağır Gelen Kuş (gece yayınları, 1996)” ve bir öykü kitabınız “Öteki Aşk (cadde yayınları, 2004)” olmak üzere iki kitabınız var şu ana kadar; Biraz bu kitaplarınızdan bahseder misiniz? Hak ettiği ilgiyi gördüler mi? Ve aynı zamanda şiirde yazıyorsunuz. Şiirlerinize dair bir çalışma var mı yada şöyle soralım, yeni projeler var mı? Neler üzerine varsa..

NAFER ERMİŞ: Ben 12 yaşımdan beri yoğun olarak yazıyorum. Üniversitede öğrenciyken bir roman yazdım. Daha o zamanlar öyküler, şiirler dergilerde yayınlanıyordu. O roman da 1995’de basıldı. Kendi mütevazı hayatını sürdürüyor, hala sahaflarda falan bulmak mümkün. Beni sevindiren şeylerden biri de bu. 25 yıl önce yazdığım bir romanı okuyup beni arayan bulan ve göz yaşartıcı mailler yazan insanlar hala var ve sanırım yazarlığın en güzel yanı bu. Ama yine de kitaplarımın benim istediğim şekilde okura ulaştığını hissetmedim. Gerekli tanıtım yapılmadığı zaman bir kitabın okura ulaşması çok zor Türkiye’de. Çevirmen olarak tanınmak da pek mümkün değil. Çevirmeni kimse bilmez. Sadece belli bir çevre ve özenli okurlar bilir; bir de kötü çevirmenler tanınır. Çünkü iyi çeviriyi okurken onun çeviri olduğunu unutursunuz ve çevirmeni kimmiş diye bakmak aklınıza gelmez. Ama kötü çeviride “kimmiş lan bu” diye mutlaka bakarsınız. Türkiye’de tanınmak için sadece çok iyi yazmak yetmez, çoğu zaman iyi ilişkileriniz, uygun çevreniz olmalıdır. Ayrıca bunun için ekstra uğraşmak zorundasınız. Ben bunları yapacak cesareti hiçbir zaman bulamadım kendimde. O zaman için Bilge Karasu’yu da basan çok iyi bir yayın evinden çıkmasına rağmen kitap hakkında basında tek bir yazı çıkmadı. Bana gelip mutlaka yazacağını söyleyen bir kaç tanıdık bile sonra gidip yazmadı; böyle bir ortamda nasıl tanınacaksın ki… sonuçta kimse gelip seni keşfetmiyor, işini yapıp birilerinin seni keşfetmesini beklemek tamamen idealist bir yaklaşım ve hayatını bütünüyle şansa bırakmak demek…ayrıca asıl önemli olan benim tanınmam değil, kitabın buna hakkı ve onun da kendine özgü bir kaderi var…
Şiirle ilgili pek bir projem yok. Ben şiiri ancak gelip kendisini dayattığı, sürekli kafamda dönüp durmaya başladığı zaman yazarım. Bu da çok sık olmaz. Yine de, kaybolan yüzlercesini saymazsak, elimde bir kitap olacak kadar şiir var. Bazıları internette dolaşıyor. Belki onları bir kitapta toplarım. Onun dışında artık bitse de kurtulsam dediğim bir roman var… Ayrıca öyküler de var. Romandan sonra onları ele almayı düşünüyorum.

OKURYAZAR: Nafer Ermiş onca meziyet gösterdiği işler arasında kendini ne olarak görüyor? “çevirmen, yazar, şair, editör, yayıncı ve Twitter ünlüsü?”

NAFER ERMİŞ: Hepsi de diyebiliriz, hiçbirisi de. Karanlık bir mevzu. Bir çok insan beni şair olarak bilir. Kimisi yazar olarak, kimisi çevirmen, kimisi de editör… Artık bir çok kişi de sadece “Twitter ünlüsü” olarak biliyor. Ama bu sonuncusu her zaman da olumlu bakılan bir şey değil. Bunu aşağılamak için kullanan da var.

OKURYAZAR: Peki size göre yazarlık nedir Nafer Bey? Ve ne itti sizi yazmaya? Ne zaman başladınız? Yaşamınızdaki esin kaynağı kim olmuştur?

NAFER ERMİŞ: Yazarlığın ne olduğu aşağı yukarı belli. Bunu tekrar tanımlamaya gerek yok bence. Beni yazmaya iten şey kelimenin tam anlamıyla can sıkıntısı oldu. İşte 12 yaşında falandım, halamın oğluyla evdeydik, kimse yoktu, çok canımız sıkıldı. Ne yapalım diye düşünürken, o yaşlarda iki çocuğun asla yapmayacağı çok saçma bir şey oldu. Kim dedi hatırlamıyorum ama şiir yazalım dedik. Ve birlikte bir şiir yazdık. Adı Kelebek. “Baharda uçardı her dalda…” böyle başlıyor. Gerisini hatırlamıyorum. Ama o kadar güzel bir şeydi ki, ben artık o günden sonra sürekli şiir yazmaya başladım. Gece gündüz yazıyordum. Sonra öyküler yazmaya başladım. Gırgır dergisinde çıkan öykülere özeniyordum. Hayatıma saçma bir şekilde, dan diye girdi yazı ve bir daha çıkmadı. Nereden geldiği belli olmayan bir mızrak gibi. Saplandı ve öyle kaldı.

OKURYAZAR: Ve çevirileriniz var elbette. “F.Kafka’nın daha önce defalarca çevrilmiş ve çoğu çevirisi de piyasada satılmaya devam eden Dönüşüm’ünün tamamı iki ayda tükendiği için ikinci baskısı yapılmıştır.” diye not düşülmüş, ekşide. Peki bu farklılık nereden kaynaklandı. Daha başka kimleri çevirdiniz, ya da az çeviri nedenleri neydi ve yeni çalışmalarınız var mı?

NAFER ERMİŞ: Evet, bu arada “Dönüşüm”ün 6. Baskısı çıkacak yanlış hatırlamıyorsam. Kafka benim için çok özel bir yazar, hatta en özel yazar. Yirmili yaşlarımda ondan çok etkilendim. İşte romanda ve öykülerde onun etkilerini görebilirsiniz. Hatta Almanya’ya giderken aklımdan geçen şeylerden biri de, bir süre sonra Kafka’yı orijinal dilinden okuyabilecek olmamdı. Yıllar sonra Türkiye’ye dönüp çeviriler yapmaya başlayınca, gördüm ki çevirilerin çoğu Kafka’yı benim anladığım gibi anlamıyor. Farklı yorumluyorlar. Ben Kafka’yı mümkün olduğunca yorumsuz, üslubuna, diline mümkün olduğunca sadık kalarak çevirmek istedim. Türkçenin güzelliğinden biraz ödün vermek pahasına da olsa. Hatta bir iki yayınevi bu yüzden çeviriyi beğenmeyip reddetti. Sonunda İmge’de yayınlandı ve yayınevi durumdan çok memnun. 20 civarında vardır çevirdiğim kitaplar. Bunlar arasında Zweig, Brecht, Feridun Zaimoğlu ilk aklıma gelenler. Çeviriler yapamaya devam ediyorum. Giderek daha az zaman bulabiliyorum, ama az da olsa yapmaya her zaman devam edeceğim bir şey çeviri.

OKURYAZAR: Sizi geniş bir kitle tarafından sosyal medyadan tanıdı, tanıyor ve takip ediyor. Az evvel baktım; 144 bin takipçi! Nafer Ermiş’in sosyal medya hakkındaki düşüncelerini merak ediyoruz haliyle? Bir de twitterda süregelen serüven neler getiriyor size, nelere faydası oldu, oluyor ya da? ? Nereye varır bu süreç?

NAFER ERMİŞ: Bu “klasik tanınmışlık”ta biraz farklı bir tanınmışlık ve aslında dışarıdan sanıldığı kadar güzel bir duygu değil. Sokakta insanlar peşinizden koşup imza istemiyor, kızlar boynunuza atlamıyor, etrafınızda gazeteciler, paparazziler dolaşmıyor. Tabii bu işin şakası. Sosyal medyada tanınmışlık genel olarak yine sosyal medya içinde kalıyor. Getirdiği avantajlar ve dertler de yine sosyal medya içinde karşınıza çıkıyor. Tanındıkça yazma özgürlüğünüzün kısıtlanmaya çalışıldığını fark ediyorsunuz. Zaman zaman kimsenin okumadığı bir hesaptan yazma isteği doğuyor içinizde. Yazdığınız şeylerin bazılarınca didik didik edilmesi ve sonunda illa ki bir sakatlık bulunması, yoksa da yaratılması ve size yansıtılması insanı üzüyor. Sanırım Türkiye’de düşünce özgürlüğü, kimsenin sözünü dinlemediği insanlar için geçerli. Onlar ne yazarsa yasın kimse bir şey demiyor. Seni okuyan sayısı arttıkça insanların karşı çıkma hevesi de kabarıyor. Sosyal medya toplumu, toplum içinde bir toplum oldu. Oranın kuralları, teamülleri farklı. Gerçek hayatta geçerli olan birçok şey orada geçerli değil. Elbette tam tersi de söz konusu. Bunlar olumsuz yanlarından bazıları. Tabii ki olumlu yanları da çok.
Facebook herkese göründüğümüz şekilde var olduğumuz bir yer. Ailemiz, arkadaşlarımız bizi nasıl tanıyorsa orada öyleyiz. Twitter zihnimizin görünür olduğu bir yer. Çoğu zaman aklımızdan geçirip yakın çevremize söyleyemediğimiz şeyleri yazıyoruz oraya. Twitter’ın benim için anlamı ve önemi çok fazla.
Yazdıklarınızın on binlerce insan tarafından okunduğunu bilmek, anında gelen tepkileri görmek ve onlarla iletişime geçebilmek güzel. Yaptığınız şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu anlamanıza yardımcı olan bir etkileşim süreci var sosyal medyada. Bir yazar olarak bunun muazzam bir olanak olduğunu düşünüyorum. Bizden önceki kuşakların maalesef tadını bilmediği bir olanak. Normal koşullarda, yıllarca uğraşır bir roman yazarsın, yine yıllarca, en kötü ihtimalle aylarca uğraşıp kitabını yayınlatırsın ve kim olduğunu bilmediğin insanlar onu okur, hakkında bir sürü şey düşünürler, ama bunları sana iletemezler, iletenlerse, aslında senin yıllarca önce düşündüğün bir şeyle ilgili fikrine yazmıştır onları, oysa sen konuyu çoktan unutmuşsundur bile. Ama sosyal medyada öyle değil. 10 saniye sonra insanların tepkisini alabiliyorsun. Seni nasıl anladıklarını görebiliyorsun ve gerekirse kendine bir çeki düzen verebiliyorsun. Özellikle Twitter bildiğimiz üzere 140 karakterle sınırlı ve bir düşünceyi oraya sığdırmak için bir takım cambazlıklar yapmak zorunda kalıyorsunuz ve bu esnada sizin hiç düşünmediğiniz anlamlar içerebilen cümleler çıkabiliyor. Siz kafanızda en baştaki anlamı koruduğunuz ve cümleye baktığınızda onu gördüğünüz için bu sapmaları fark edemiyorsunuz. Ama okuyanlar sizin kafanızdaki şeyi bilmiyor, bilemez de ve birden hiç de kast etmediğiniz şeyler anlaşılabildiğini görüyorsunuz yazdığınız şeyden. Sanırım Kundera’nın biz sözü vardı, aklı başında hiç kimse ünlü olmayı istemez, diye. Onu şimdi daha iyi anlıyorum.

OKURYAZAR: Twitter’da bir çok kişi sizi taklit ediyor gördüğümüz kadarıyla. Sözleriniz, yazılarınız bolca RT ve FAV alıyorken, burada yer alan 140 karakterli tweetleriniz kitaplaştırmayı düşündünüz mü?

NAFER ERMİŞ: Yazdıklarıma gösterilen, çalmak dahil, her türlü ilgiye çok teşekkür ediyorum. Her yazar, her sanatçı yaptıklarının, yazdıklarının insanlara ulaşmasını ister. Ben de bu olanağa kavuştuğum için mutluyum. Tweetleri kitaplaştırma konusu bana sürekli soruluyor. Ben de düşünmüyor değilim. Ama onlar toparlayıp bir yayınevine götürmeye de üşeniyorum biraz. Beni asıl şaşırtan hiçbir yayınevinin bana böyle bir teklifte bulunmamış olması. Basmaya değer bulmuyorlar herhalde.

OKURYAZAR: Nafer Ermiş kimleri yetenekli ve başarılı buluyor aynı zamanda tweetlerine bakmadan, yorum yapmadan edemiyor diye sorsak?

NAFER ERMİŞ: Burada söyleyeceğim birkaç isim söyleyemeyeceğim onlarca isme haksızlık olur, o yüzden bir isim vermeyeceğim. Ama Twitter sayesinde şunu gördüm, gençlerimiz sanılandan çok daha zeki ve yaratıcı. Öyle sanıldığı gibi cahil falan da değiller. Burada yeni bir dil yaratıyorlar. Bu yakın gelecekte edebiyatımızı etkileyecek.

OKURYAZAR: Twitter günümüzde doğru kullanıldığında çok yararlı kanısına katılıyor musunuz? Sonuçta dünya üzerinde devrimler sosyal medyadan başladı. Ve Türkiye gündemi! Türkiye gündemi , TT tablosu adeta siz ve bir elin avuçlarını geçmeyecek kişilere göre belirleniyor gördüğümüz kadarı ile . Yani gündemi belirleyenlerdensiniz. Bu sizde ne hissettirmekte? Sorumluluk, eğlence, baskı?

NAFER ERMİŞ: Gündemi bir kaç kişinin belirlediğine pek inanmıyorum ben. Elbette etkimiz oluyor. Son zamanlara kadar Twitter gündemini aslında yine gerçek dünya belirliyordu; dışarıda olan bir olay, bir bakanın söylediği bir söz vs. Biz sadece onu Twitter’a yansıtıyorduk. Ama artık Twitter gündemi de suni olarak yaratılır oldu. Sol taraftaki TT listesi yüzde doksan oranında suni olarak, birilerin yarattığı şeyler. Gerçek gündem değil. Bu durum hoşuma gitmiyor, ama şimdilik yapacak bir şey yok. Twitter bir çare düşünecektir diye umuyorum. Yine de soysal medyanın gücü artık tartışılmayacak biçimde netleşti bence ve giderek de güçleniyor ve güçlenecek. Hem gündemi belirlemede, hem haber akışı hızı konusunda, hem de reklamdan propagandaya her türlü tanıtım işinde doğrudan hedefe ulaşma imkanı sayesinde klasik medyanın çok çok ilerisinde olanaklara sahip ve hızlanan modern hayata uygun. O yüzden sosyal medyayı hala küçümseyen insanlar adına, özellikle de hala buna direnen yazarlar, şairler vs. adına üzülüyorum. Ama sosyal medya da barut gibi, nükleer enerji gibi bir şey. Kötü amaçlı da kullanılacak, iyi amaçlı da. Bu mücadele, yani iyiyle kötünün mücadelesi hep vardır, taşı yontup onunla etini, sebzesini parçalayan ya da onunla komşusunun kafasını yaran ilk atalarımızdan beri bu böyledir. Zaten “medya” da sözcük kökeni itibariye araç anlamına gelir ve her araç her türlü amaç için kullanılır. Bunu engelleyemezsin. Pamuk şekerle bir insan öldürülebilir… Mutlu da edilebilir.
Türkiye’de sosyal medyaya büyük bir ilgi var. Bu konuda dünyanın sayılı ülkelerinden olabiliriz. Bazı şeyler biraz geç gelse de biz genelde kısa sürede geldiği yeri sollarız. Ben özellikle gençlerin yoğun bir şekilde sosyal medyayı kullandıklarını görüyorum. Bence müthiş bir şey yapıyor bu. Biz çocukken sokakta top oynar, duvara oturup çekirdek çitlerdik. Hiçbir şey okumazdık. Ama şimdikiler öyle değil. İyi kötü, öyle ya da böyle sürekli bir şeyler okuyorlar, bir şeyler paylaşıyorlar. Biz çocukluğumuzda saklambaç oyununda kendimizi iyi saklayarak eğlenirdik, şimdiki çocuklar kendilerini ortaya koyarak eğleniyorlar, kendilerini en iyi şekilde sunma çabasındalar, üstelik bunu sadece birkaç arkadaşına değil, büyük bir topluluğa karşı yapıyorlar. Bunun uzun vadede, genelde düşünülenin aksine, ben olumlu etkilerinin olacağını düşünüyorum.
Arap Baharı’nın başladığı dönemlerde henüz sosyal medyayı keşfetmemiştim, dolayısıyla bu etkinin ne şekilde oluştuğunu izleme fırsatım olmadı. Ama tabii hakkında çok konuşuldu ve az çok öğrendik. Bizim ülkemizde bu boyutta büyük bir harekete yol açacağını sanmıyorum. Bu hem demografik yapımızın çeşitliliğinden, hem de genel halk olarak pek isyana meraklı olmayışımızdan kaynaklanıyor. Bizde topyekun bir hareket olması çok zor. Ama daha küçük boyutlarda sosyal medyanın etkilerini yaşamaya başladık. Bunun en önemli örneğini Van depremi sırasında gördük. Olağan üstü bir çalışma yaptık; özellikle yardımların toplanması, kampanyaların başlatılması, organizasyonu, ihtiyaçların saptanması vs. konusunda, özellikle Twitter müthiş bir iş yaptı. Bazı olayların gündeme getirilmesinde de Twitter’ın gücünü ve etkisini zaman zaman görüyoruz. Gerçek bir toplumsal baskı aracı haline geldi. Twiter asla affetmiyor. Görmezlikten gelmiyor. İrili ufaklı her şeyi enine boyuna tartışıyor ve gündeme taşıyor.

OKURYAZAR: Sosyal medya edebiyatı diye bi kavram var bir de. Nafer Ermiş ne düşünür? Bir Pucca örneği var ve arkası geldi. Şimdi herkes blogger, herkes twitter ünlüsü, herkes yazar olma hevesinde? Gelecek görüyor musunuz sosyal medya edebiyatında?

NAFER ERMİŞ: Burada yazının, tanınmanın tadını alan insanların bunu başka boyutlara taşımak istemesi çok doğal. Hala sosyal medya sanal bir alem, gelip geçici bir dünya olarak görülüyor; sanki gerçek dünya öyle değilmiş gibi. Bana sık sık “abi kitap çıkarmak istiyorum” şeklinde sorular, talepler geliyor. Çünkü somut, elle tutulur bir şey yapmak istiyorlar. Belki Twitter’da kazandıkları saygınlıklarını sokakta da yaşamak istiyorlar. Kitapçı raflarında görmek istiyorlar.
Bu işin edebiyat kısmına gelince, orası biraz çetrefilli. Yeni bir ortam, yeni bir toplum ve yeni gerçekler… Eğer böyle bir yer varsa yeni bir sanatın da olması kaçınılmaz. Özellikle de yeni bir edebiyatın. Şu andaki sorun, geleneksel edebiyat tanımının henüz sosyal medyada yapılanları içine almamış olması. Ben bunların da edebiyat olduğunu düşünüyorum. Tanım değişecek. Belki esas klasik edebiyat modern edebiyat ayrımı şimdi yapılacak. Yani yakın bir gelecekte. Burada yapılan edebiyat elbette Balzac’ın edebiyatın farklı. Çünkü koşullar farklı. En azından alanın sınırlı, okurun zamanı sınırlı. Yazan kişi de kendini bu koşula göre uydurmak zorunda.
Herkes blogger, herkesin Twitter ünlüsü olmasına gelince, bir şeyi çok kişinin yapıyor olması bazılarının gerçekten başarılı olmasını engellemez. Pucca bunun en iyi örneği. Herkes blogger ama o farklı. Bir tweetim vardı, onu hatırladım. Milyonlarca kaplumbağa bir tek tavşan kadar hızlı koşamaz. Buna benzer bir şeydi. Yani farklı olan farkını ortaya koyar.

OKURYAZAR: Nafer Ermiş en çok hangi yazarları okuyor? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyor? Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı mesela?

NAFER ERMİŞ: Son yıllarda çoğunluk iş icabı kitaplar okudum. Bu kitap okuma keyfimi köreltti. Çünkü çoğu sevmediğim kitaplardı ama okumak zorundaydım. Dahası sağını solunu toparlamam gerekiyordu. Ama ben genelde kaliteli roman okumayı severim. Klasikleri fırsat buldukça okumaya çalışırım. Ben Oğuz Atay’ı çok severek okudum. Onun dışında Orhan Pamuk okuyabildiğim yazarlardan. Ama genelde çok sıkıcı. En sevdiğim yazarlarsa Kafka, Dostoyevski, Marquez, Kundera, Camus, Sartre, Boris Vian, Joyce, Faulkner…. Neyse daha fazla saymayalım. Çok varmış meğersem.

OKURYAZAR: Peki; Çağdaş Türk Edebiyatı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Pek olması gereken yerde değil. Tanpınarların, Oğuz Atayların bıraktığı yerden daha ileride değiliz. Çünkü edebiyat hiç desteklenmiyor Türkiye’de. Ne devlet tarafından ne de özel sektör tarafından. Sonuçta kapitalist bir sistemde yaşıyoruz ve insanların geçimlerini sağlamaları gerekir. Bir yandan çalışmak zorunda kalan bir yazardan ne derece bir edebiyat bekleyebiliriz bilmiyorum. İstisnalar olur elbette ama genelde edebiyat ona ayırdığın zamanla ilgili bir şey. Bir başka yönü de insanımızın kolaycılığı sevmesi. Hemen üç beş satır çiziktirip bir eser meydana getirdiklerini sanıyorlar. Kendini adamadan büyük bir edebiyat yapılmaz.

OKURYAZAR: Edebiyatın her iki yönünde de yer almanız avantaj mıydı size göre? Hem editör, yayıncı hem yazar şair…

NAFER ERMİŞ: Bunun avantaj olduğunu sanmıyorum. Ben bütün zamanımı romanlarıma ayırmak isterdim. Ama olmuyor. Öte yandan anlatım becerimin gelişmesi, bazı kişilerle tanışmam editörlük ve çevirmenlik sayesinde oldu. Yani olumlu yanları da var…

OKURYAZAR: Kendi kitaplarını yayınlatmak isteyenlere tecrübelerinizden yola çıkarak, tavsiyeleriniz?

NAFER ERMİŞ: İşi hafife almasınlar. Unutmasınlar ki onların yapabildiğini yapabilen yüzbinlerce kişi var, ama kitaba kavuşamıyorlar. Farklı olmak zorundalar. Ve de ciddi. Okumasıyla, yazmasıyla çok emek verilmesi gerekiyor. Yoksa kitap basılsa bile sonuç genellikle hayal kırıklığı oluyor. Bunun örneklerini de gördüm. Önce bu büyük yazarlar neden büyük yazarlar diye oturup bir baksınlar. Bir de ne yazdıklarını bilsinler. Edebiyatın bilinen türlerinde yazsınlar. Öyküyse öykü, şiirse şiir, romansa roman… Ben içimden gelenleri kağıda döküyorum demekle bu iş olmaz. Sen içinden gelenleri kağıda dökersen onu da bir tek sen okursun. Bu önemli bir konu.

OKURYAZAR: Başucu saydığınız kitaplar ile en son okuduğunuz kitaplar neler desek?
Başucu saydığım kitap yoktur. Yani dönüp dönüp okuduğum. Ama en sevdiğim kitap Yüzyıllık Yalnızlık’tır. Marquez’in. Son okuduğum kitap Felsefenin Tesellisi, Alain de Botton…

NAFER ERMİŞ: Hangi tür müzikler dinliyorsunuz, en sevdiğiniz filmler neler?
Eskiden sadece Heavy Metal dinlerdim. Zamanla diğer müzik türlerine de açıldım. Artık Neşet Ertaş dinlediğim de oluyor, Beethoven da… Duruma göre, içimdeki ritme göre. Ama metal her zaman benim asıl dinlediğim müzik türü olarak kabul edilebilir.

OKURYAZAR: Peki, Nafer Ermiş 10 yıl sonra kendini nerede görüyor?

NAFER ERMİŞ: Bu konuda hiçbir fikrim yok esasında. Bizim yaşadığımız dönemde dünya o kadar hızlı değişti ki artık 10 yıl sonrasını öngörmek imkansız gibi bir şey. En azından 10 tane iyi roman yazmış olarak görmek isterim ama kendimi.

OKURYAZAR: Sizi takip edenlere söylemek istedikleriniz neler desek? Ve bundan sonraki hedefleriniz?

NAFER ERMİŞ: Onlara çok teşekkür ediyorum. Eleştirileri, yorumları, yazdıklarımı paylaşmaları bana güç ve inanç veriyor. Zaman zaman onları yoruyor ya da bıktırıyor olabilirim, kusura bakmasınlar. Mutlu olsunlar.

OKURYAZAR: Son olarak Okur Yazar sayfası sosyal medyada kültür sanat edebiyat alanında yepyeni bir heyecan katmak için yola çıkan bir oluşum. Okur yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

NAFER ERMİŞ: İnternetin, sosyal medyanın klasik medyadan en önemli farklarından biri de interaktif olması. Yani tek yanlı değil. Televizyonda izlediğiniz bir şeye katkı yapamazsınız, ama internette yapabilirsiniz. Bence insanlar severek izledikleri sayfalara, sitelere, kişilere hem özen göstermeli, hem de bir şekilde katkıda bulunmalı. Okur Yazar sitesi de bence bunu fazlasıyla hak ediyor. Bana gösterdikleri ilgi için de özel olarak teşekkür etmek isterim. Buraya kadar okuyanları da tebrik ederim. Sabırlıymışlar.

Çisel Onat: “Başına doğrulttuğun silahı bir kereden fazla ateşleyemezsin. Aşk tam da budur!

Söyleşilerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biliyorsunuz daha önce; Ali Lidar, Harun Atak, Pemra Oğuz, Dilek Erkılınç, Oğuz Bal, Batuhan Dedde, Aytuğ Akdoğan ile söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu keyifli sohbetlerimize linkten http://on.fb.me/XsqHeJ ulaşabilirsiniz.

Bu haftaki konuğumuz “Sevişmenin Hiçbir Riski Yoktur İçinde Aşk Yoksa” ve “İki Satır Aşk” kitaplarının yazarı Çisel Onat

O, hem aşkı ve ayrılığı yazan güzel bir kadın, hem pop dünyasının önemli isimleriyle çalışan ekibin en önemli ismi ve de Murat Boz’a şarkı sözü verebilen bir söz yazarı. İşte biz de on parmağında on marifet olan Çisel Onat’ la edebiyat, müzik, hayat ve aşk hakkında keyifli bir söyleşi yaptık. Lafı uzatmadan sizi Çisel Onat ile baş başa bırakıyoruz.

Görsel

Okur Yazar – Çisel Onat

OKURYAZAR: Okur Yazar takipçilerine kendinizden, bizim bilmediğimiz Çisel Onat’tan bahseder misiniz biraz? Çisel Onat’ın hikâyesi? Neler yaptı bunca zaman? Nasıl bu noktaya gelebilmiştir?

ÇİSEL ONAT: Yazan kimliğim ilkokulda yazdığım ve ödüller aldığım kompozisyonlar sayesinde şekillendi. Bir gün mutlaka yazarak yaşayacağımı biliyordum o zamanlarda bile… Çok aktif, son derece sosyal ama bir o kadar da çok ders çalıştığım bir öğrencilik hayatım oldu. Ne istediysem eğitimim konusunda, çoğunu elde edebildim diyebilirim. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Şan-Solfej bölümü mezunu oldum lise eğitimim devam ederken. Sonra Bilkent Üniversitesi İngilizce Türkçe tercümanlığı bitirdim. Çeviriler, yazılar, bir yandan da hayatın akışıyla yaşıyorum…

OKURYAZAR: Şiirleriniz, yazılarınız ve kitabınız. İnsanlar Çisel Onat’ı okuduklarında kendilerinden bir şeyler buluyorlar, sizi takip ediyorlar. Bütün bunları nasıl başarıyorsunuz. Yıllar önce geldiğiniz noktayı hayal etmiş miydiniz?

ÇİSEL ONAT: Kitaplarımda, şiirlerimde ve yazılarımda paylaştıklarım hep hayata ve bazen de hayale ait şeyler… İşin özü; yaşadım aslında… Yaşadım, hissettim, biriktirdim ve samimiyetle yazdım… Okuyanlar da bu samimiyeti sahiplendiler ve gitgide birbirimize alışıyoruz… Çok güzel mailler, mesajlar alıyorum okurlarımdan, yazdıklarımla ağlıyorlar, gülüyorlar, umutlanıyorlar hayata dair ne varsa bir şeyler buluyorlar. Bunu çok seviyorum. Ruhlarına dokunabilmek çok özel bir hediye benim için… Bulunduğum noktaya en başta da belirttiğim gibi çocukluk döneminden beri yazarak geldim. Ki henüz bulunduğum yer sadece bir nokta, üzerine bir çubuk daha ekleyerek onu bir ünlem haline getirmek gerek… Hedefim daha çok insana ulaşabilmek…

OKUR YAZAR: İlk kitabınız: “Sevişmenin Hiçbir Riski Yoktur İçinde Aşk Yoksa” ve “İki Satır Aşk” sonrasında. Bütün bu cümlelerin ardında güzel bir kadın Çisel Onat! Anlatır mısınız biraz bize? Kitaplar? Nasıl anlatırsınız, insanlar neler bulacak, buluyorlar? Ve yeni projeleriniz olacak mı?

ÇİSEL ONAT: Öncelikle güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Böyle şeylerden çok utanıyorum. Hemen yanaklarım kızarıveriyor ama bunun yanında da “Sevişmenin Hiçbir Riski Yoktur İçinde Aşk Yoksa” isminde bir roman yazabiliyorum. İşte aslında ben beni yazının içine saklıyorum. Kelimeler yazıldıklarında sesten daha kalıcı oluyorlar. Belki de bu hayata katmak istediğim şey bu… Kalıcı ama hep iyi işleriyle anılan biri olarak yaşamak… Yeni projelerim var elbette. Hatta yazılmaya başlanmış 3 ayrı proje var ama sanırım İkizler burcu insanı oluşumdan da kaynaklanan bir karmaşıklığım var ki bazen bir sürü elim bir sürü gözüm olsaydı da hepsini aynı yazabilseydim diyorum. Yakında paylaşacağım sizlerle yeni kitaplarımı da…

OKUR YAZAR: Müzik sektöründe basın danışmanlığı da yapmaktasınız ve müzikle olan bağlarınız, projelerinizden bahseder misiniz?

ÇİSEL ONAT: Ben konservatuarı bırakıp Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde eğitim alıp okulu bitirdim. Klasik hikâyeler belki ama çocuk yaşlarımda başlayan bir müzik sevdam var. Ailemden genlerle de aktarılmış bir durum bu belki de… Çünkü evimizde hiç müzik eksik olmaz, babam maaşının yarısı ile mutlaka kaset, ses sistemleri, müzik aletleri alırdı. Beraber Org çalardık kaydederdik. Annemin inanılmaz güzel bir sesi vardır. Ben de şarkı söylemeyi çok seviyorum. Yalnızken. : ) Biri şarkı söyle dediğinde kabuğuna kaçan kaplumbağa gibi oluveriyorum. Ben de bu aşkımı işin mutfağında çalışmaya başlayarak tatmin ediyorum. 2005 yılında Aykut Gürel ve Seden Kutlubay’ın firmasında basın danışmanlığı yaparak başladım. Sadık Karan, Seden Gürel, Keremcem, Can Şengün gibi kıymetli isimlerle çalıştım. Ve sonrasında hayatımın en güvenilir, en dürüst, en özellerinden biri olan Sadık Karan ile hiç ayrılmadan devam ediyoruz. 4. albümü YENİ’nin süpervizörüyüm. Basın danışmanlığını yapıyorum. Biz hiç ayrılmadan 10. senemize doğru yaklaşıyoruz. Çok kıymetlidir Sadık. Özel bir adamdır. Sadık Karan’ın ‘Aman’ albümünde ortak bir şarkımız var. Doğum Günü Şarkısı… En son olarak da Murat Boz’un son albümünde ‘Aşkın Suçu Yok’ isimli bir şarkım var. Çalışmalara devam…

OKUR YAZAR: Peki size göre yazmak, yazarlık nedir? Ve ne itmiştir sizi yazmaya? Ne zaman başladınız? Yaşamınızdaki esin kaynağı kim olmuştur?

ÇİSEL ONAT: Yazarlık kelimelere his verme işi… İçinizdeki duvarı bir tek kelimelerin aşabildiği bir iş… Ben hayatım boyunca sürekli okudum ve yazdım. İlk olarak uzun metinler yazmaya ilkokulda başladım ve ilk 1.lik ödülümü de ilkokulda aldım. Yaşamın ta kendisi bir ilham aslında. Sadece görmek ve hissine inebilmek lazım…

OKUR YAZAR: Ya şiir? Kelimelerinizi şiir olarak da bizlerle buluşturduğunu biliyoruz, şiir sizde nasıl bir kayboluş?

ÇİSEL ONAT: Şiir ‘neyse’, ‘peki’, ‘boşver’ gibi altı çokça dolu olan kelimelerin altyazısı aslında. Şiir yazarken çok eğleniyorum aslında. Dizelerin birbirini takiplerini ve beynimdeki hareketi kalbimdekiyle birleştiriyorum. Bir Neruda, bir Nazım Hikmet, bir Cemal Süreya, Murathan Mungan olmak kolay değil…

OKUR YAZAR: Peki yazarlık ve müzik derken aynı zamanda Bilkent çevirmenlik mezunusunuz. Süregelen serüven neler getiriyor size, nelere faydası oldu, oluyor ya da? Nereye varır bu süreç? Planlarınız, hayalleriniz?

ÇİSEL ONAT: Bilkent Üniversitesi Uygulamalı İngilizce Türkçe Çevirmenlik Bölümü mezunuyum. Dil bilmek ve bir de üstüne uzmanlaşmak çok önemli. Gerçekten de bildiğin dillerin kültürlerini de alıyorsun ve zenginleşiyorsun. Bilkent benim için önemli bir süreçti. Zordu. Yine gel deseler gider okurum. Yani öyle baba parasıyla okunur biter denildiği gibi bir okul değil. Şu an aile şirketimizde tüm yukarıdakilerin yanısıra aynı zamanda da ihracat müdürü olarak çalışıyorum.

OKUR YAZAR: Digital medya bir başka tabirle sosyal medya hakkında neler düşünüyorsunuz?

ÇİSEL ONAT: Bunun için bana özel bir tartışma programı yaptırılmalı aslında : ) ama kısaca digital medya bir yanda maneviyatı kuruturken bir yanda da çağın gerekliliklerini filizlendiriyor. Ben doğru ve limitli kullanıldığında çok etkili olabildiğine inanıyorum. Tabii şunu unutmamak lazım; klavyenin ve ekranın arkasına sığınarak komplekslerini insanlara yansıtıp, insan rolü yapmanın da bir anlamı yok. Evet o ekrandaki isimler sizi görmüyor olabilir ama kafanızı yukarı kaldırdığınızda sizi her an gören o gücü unutmadan yaşayın her ne yapıyorsanız yapın… Benim de sosyal medyada halihazırda iki hesabım var. Merak edenler için: Biriwww.facebook.com/ciselonat diğeri dewww.twitter.com/CiselOnat

OKUR YAZAR: Çisel Onat kimleri yetenekli ve başarılı buluyor aynı zamanda sosyal platformlarda?

ÇİSEL ONAT: Twitter üzerinde muhalif ince dokundurmalar yapan bazı arkadaşlar var. İsimleri tek tek aklımda değil ama genellikle duyarlı ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan utanmayan insanları takip ediyorum.

OKUR YAZAR: Twitter günümüzde doğru kullanıldığında çok yararlı kanısına katılıyor musunuz? Sonuçta dünya üzerinde devrimler sosyal medyadan başladı. Ve edebiyatın geleceğinin digital platformlarda olacağını düşünüyor musunuz?

ÇİSEL ONAT: Twitter’ı seviyorum. Anlık her durumun habercisi ve haber alıcısı olabiliyorsunuz ama dediğiniz gibi DOĞRU kullanılırsa… Çünkü yalan haberler, asılsız ölüm haberleri vs. bunlar tehlikeli şeyler. Neden yaparsın ki mesela. İnsanların aileleri bu tür bir habere rastladıklarında neler yaşıyorlar düşünülmüyor. Twitter Facebook’a göre daha samimiyetsiz, egoların daha yüksek olduğu, komplekslerin daha yoğun ortaya konduğu bir ortam. Biz de devrim mevrim olmaz. Bir iş yapıyorsun, güzel kaliteli, doğru düzgün, emek vererek bir şey koyuyorsun ortaya. Paylaşıyorsun. Bir bakıyorsun 10000 küsür takipçinden sadece seni hiç tanımayan 3-5 kişi destekliyor. Yemişsin, içmişsin, dert paylaşmışsın arkadaşlarınla, onların hiçbiri yok. Nedense o ara online olmuyorlar ama aranızda 2 dakika var tweet atıyor gibi gibi Sadık Karan’ın Kalk Gidelim şarkısındaki gibi bir sürü “samimiyetsiz samimiyetler ne gerek varsa şu ömürde” durumu… Yani biz elitiz, asiliz, yok en iyi biziz derken birbirimizin kuyusunu kazarken birileri kolkola her devrimi yaptı. Bizden bir şey olmaz. Edebiyatın digitalleşmesine karşı koyamayacağımı biliyorum ama destekçi değilim. Ben kağıdı kalemi seviyorum. Vazgeçmem zor.

OKUR YAZAR: Bir Pucca örneği var ve arkası geldi. Şimdi herkes blogger, herkes twitter ünlüsü, herkes yazar olma hevesinde?

ÇİSEL ONAT: Bu ülkede başarının yolu halkı iyi tanımaktan geçiyor. Aşk, trajedi, ihanet, seks, futbol ve din… Bu ülkede ele geçiremeyeceği, ilgisini çekemeyeceği çok az insan var bu başlıkların. Bunları bilip ona göre yazarsan okunuyorsun ama ne kadar samimisin ne kadar gerçek ve kalıcısın onu tartışırım. Herkesin her şey olabildiği bir ülkede yaşıyorum ben. Çok tuhaf. Şimdi ben kalkıp futbolcu olabilir miyim, doktor, avukat; hayır. Yazmak, müzik yapmak çok kolay gibi görünüyor bu ülkede çünkü bunlar hobi kategorisine giriyor. Twitter ünlüsü olsan ne olur, üç gün sonra başka bir şey çıkar onun ünlüsü olursun. Yazsın herkes. Yazar olsun. Şarkıcı olsun bir denesin hiçbirinin kolay olmadığını. Zaman elekte kalanları gösteriyor zaten…

OKUR YAZAR: Çisel Onat en çok hangi yazarları okuyor? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyor? Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı mesela?

ÇİSEL ONAT: Bugünler de Benazir Bhutto’nun kendi kaleminden hayatını okuyorum. İnanılmaz bir hikaye. Hayatımda okurken ağladığım ilk kitap Khaled Hossein’in Uçurtma Avcısı. Selim İleri’yi çok seviyorum. Can Yücel ve Cemal Süreya, Pablo Neruda vazgeçilmezlerim. Fantastik romanları pek sevmem. Biyografiler çok ilgimi çekiyor. Gerçeğe yakın yazılmış hikayeleri seviyorum.

OKUR YAZAR: Çağdaş Türk Edebiyatı, Türk şiiri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

ÇİSEL ONAT: Ben çok keyif alıyorum okurken de buna fırsat vermiyorlar. Şiir yazıyorsun, toplayıp bir yayınevine gidiyorsun “yok ya şiir satmıyor bu ülkede” diyerek geri çeviriyorlar. Neden satmıyor? Can Yücel, Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Ümit Yaşar Oğuzcan, Orhan Veli daha kıymetli bir sürü şairin ardından gelen genç şairler yok mu yani? Onlarla kapandı mı şiir dönemi. Sen yayınlamazsan, şans tanımazsan nasıl okunsun, nasıl ulaşıp satılsın? Şiir satmazmışmış. Hadi ya. Çok kızgınım bu konuda. : )

OKUR YAZAR: Yazarlık bu ülkede bir kariyer olabilir mi sizce?

ÇİSEL ONAT: İşte bir önceki sorudan sonra iyi oldu bu soru. Olabilir tabii ki, neden olmasın ama zorlu bir süreç. İnsan biriktirmekle alakalı bir durum. Bir de tabii aslında yan kariyer olabilir demeliyim çünkü başka bir geliriniz olmadan sadece yazarlıktan para kazanabilmeniz için yine ya popüler işler yapacaksınız ya da sizi birkaç kişinin önüne hoooop diye alıp koyacak bir ahbabınız olmalı… Anlatabildim mi? : )

OKUR YAZAR: Kendi kitaplarını yayınlatmak isteyenlere tecrübelerinizden yola çıkarak, tavsiyeleriniz?

ÇİSEL ONAT: Kesinlikle üste para vererek çıkartmasınlar kitaplarını. Geri kalan her şeye para harcayabilirler belki ama asla ve asla yayıncıya şu kadar para verip kendi bastırmasın derim. En azından benim için olmaması gereken bir şey bu.

OKUR YAZAR: Başucu saydığınız kitaplar ile en son okuduğunuz kitaplar neler desek?

ÇİSEL ONAT: Biraz evvel de demiştim. Şu sıralar Benazir Bhutto’nun yaşam hikayesini okuyorum. Okunmalı! Bazen iki üç kitabı bir arada okuduğum da oluyor. Öyle bir dönemdeyim bu ara. Bir yandan da çevirmen olduğum için İngilizce kitapları ihmal etmiyorum. Lawrence Durrell’in The Alexandria Quartet’ini okuyorum. Doğumgünümde herkesten bir tek kitap almasını isterim. Bu benim hayatım.

OKUR YAZAR: Hangi tür müzikler dinliyorsunuz? En sevdiğiniz şarkıcılar?

ÇİSEL ONAT: Her şeyi dinlerim kulağım ve ruhumun kabul ettiği yere kadar. Bir yandan da müzik işinin içinde olduğum için buna mecburum da. Sakinleştirici, ruhuma gerçekten iyi gelen, beni düşündüren, ilham veren müzikleri tercih ediyorum. Barbara Streisand ve Phil Collins benim için özel sesler. İlk romanımda da yer alıyorlar. Dire Straits, Oysten Sevaq, Eric Clapton, Al di Meola vazgeçemediklerim çocukluğumdan beri. Zuhal Olcay yorumlarına bayılırım. Ayrıca Sezen Aksu konusundaki deliliğim meşhurdur. Dediğim gibi her şeyi dinliyorum. Ofiste çalışırken www.jazzradio.com açıktır hep. Mesela şu an röportajı cevaplarken Cibelle dinliyorum.

OKUR YAZAR: Soğuk bir akşamda, sıcak bir ev kahveniz ayaklarınızı uzattığınızda tekrar izlemekten bıkmayacağınız filmler?

ÇİSEL ONAT: 2005 Hint-Amerikan ortak yapımı BLACK isimli bir film var. İlk ağladığım filmdir. Aşığıyım. Ayrıca Bridget Jones serisinden asla vazgeçmem. En son Argo’yu izledim. La Rafle diye bir film var. O da müthişti. Yalnız bir şey var ki Hababam Sınıfı, Gırgıriye ve Neşeli Günler benim için bu sorunun en dürüst cevabı olur. Şanslıyım ki o filmlerle büyüdüm : ))

OKUR YAZAR: Çisel Onat aşkı yazan güzel bir kadın! Peki aşkı nasıl tanımlıyor? Aşk diye bir şey var mı? Aşık mı?

ÇİSEL ONAT: Öncelikle teşekkür ederim. Aşkı ben mi güzel yazıyorum okuyanlar mı güzel hissediyorlar bence bu ortak bir eylem… Cüneyt Asi Duru ile beraber yazdığımız “İki Satır Aşk” kitabımızda bir cümlem var aşkın tanımı ile ilgili; “Başına doğrulttuğun silahı bir kereden fazla ateşleyemezsin. Aşk tam da budur!” Aşk altın vuruş gibi… Sonrakiler ilki gibi olmuyor. Hep bir duvar, hep bir güvensizlik, hep bir korunmalıkla seviyorsun. Aşk bir kere oluyor bence, yürüyorsa sevgiye dönüşüyor. Yürümüyorsa bitiyor. Murat Boz’a verdiğim şarkıdaki gibi “Aşkın suçu yok, kalbin yeteneksiz!” Aşk diye bir şey var elbette. Buna ben yok dersem haksızlık ederim ilham perime… Âşık mıyım? Kalbimle beynim arasında bir yerdeyim. (Nasıl ama geçiştirebildim mi soruyu?) : )

OKUR YAZAR: Eh geçiştirdiniz sayalım  Peki, Çisel Onat 10 yıl sonra kendini nerede görüyor desem?

ÇİSEL ONAT: Hala aynı hevesle yazabildiği, yazdıklarının aynı beğeniyle okunabildiği, kitaplarının üzerine kitaplar koyabildiği bir yerde… Ha bir de filmlerdeki gibi merdivenle çıkılan yüksek ahşap raflı kütüphanesinin olduğu bir evde huzurlu bir hayatın içinde görüyorum kendimi… Öyle olmasını diliyorum!

OKUR YAZAR: Sizi takip edenlere söylemek istedikleriniz? Bundan sonraki hedefleriniz?

ÇİSEL ONAT: Çok güzel mesajlar, mailler alıyorum. Kendilerini yazdıklarımda bulduklarını söylüyorlar. Bu benim için en büyük mutluluk. Dokunabiliyorsam ruhlarına ne mutlu bana… Umarım uzun yıllar kelimelerle, sayfalarla ulaşabilirim onlara ve onlar da beni okumaya devam ederler. Daha ne olsun ki…

OKUR YAZAR: Son olarak Okur-Yazar sayfası kültür sanat portalları alanında yepyeni bir heyecan katmak için yola çıkan bir oluşum. Okur-yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

ÇİSEL ONAT: Sayfanızı uzun zamandır takip ediyorum. Çok güzel, hasret kaldığım bir yapısı var. Uzun cümlelerime rağmen şu son satıra kadar sabırla okuyan herkese tüm okurlarınıza ve kıymet verdiğiniz için size de çok teşekkür ederim. Gerçekten yaşanabilecek bir barış ve sanata daha çok değer verilen özgür bir ülkede yaşayabilmeyi diliyorum hep birlikte aramıza tepedekiler girmeden… Okuyarak, öğrenerek ve öğreterek!

OKUR YAZAR: Biz de size çok çok teşekkür ediyoruz Çisel Hanım ve sonsuz başarılar diliyoruz…

Batuhan Dedde: “Çapulcunun tekiyim. Ben bunun kitabını yazdım oğlum”

Haftalık söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları adlı facebook sayfasıyla tanınan ve ardından aynı ismi taşıyan kitabıyla geniş kitlelere ulaşmayı başaran Batuhan Dedde’ydi. Bizce, çok keyifli söyleşi oldu. Lafı hiç uzatmayalım…
Görsel
Okur Yazar –  Batuhan Dedde SöyleşisiOKUR YAZAR: Okur Yazar takipçilerine kendinizden, bizim bilmediğimiz Dedde’den bahseder misiniz? Batuhan Dedde’nin hikayesini, neler yaptığını, nasıl bu hale gelebildiğini merak ediyoruz?

BATUHAN DEDDE: Sizin bilmediğiniz bir Dedde yok aslında, İsmail var. O da benim ikinci adımdır. Dolunay zamanlarında ortaya çıkar, kurt adam değil ama. Kayda değer bir hikayesi de yok aslına bakarsan Dedde’nin. Öyle herkes kadar vatandaş işte, herkes kadar insan. Aylaklık eder bol bol, bir şeyler yazar, düşünür, tasarlar, üretir falan. Eskişehir’e taşındım. Aralık ayında İstanbul’dan. Burada yeni bir düzen kurmaya çalışıyorum. Nasıl bu hale geldiğim hakkımda bir fikrim yok ancak hayatıma bir şekilde dahil olmuş bütün iyi ve kötü insanların ortak projesiyim diyebilirim. Bu konuma nasıl geldim, bir yorum yapamam ancak sanırım doğru işler yaptım ya da doğru hamleler oldu. Olmuş. Öyle hissediyorum. Çok dikenli yollardan geliyorum, bu yüzden biraz ayaklarım kanıyor şimdi dinlenmek zamanı çünkü önümde yine kocaman, karanlık ve dikenli yollar olacak tekrardan, biliyorum.

OKUR YAZAR: Batuhan Dedde sözleri bir çok insana ulaşıyor ve insanlar kendilerinden bir şeyler buluyorlar. Hayal eder miydi Dedde yıllar önce böyle bir şeyi? Nasıl gelişti süreç ve artık yazmalıyım dediğiniz zamana ne vakit karar verdiniz?

BATUHAN DEDDE: Evet, ulaşıyor. Bu duruma bazan memnun oluyorum, bazan da maalesef diyorum. Malum, sosyal medya, kontrol edilebilirliği yok. Çığırından çıkıyor bazı mevzular. Yıllar önce demek uzak bir geçmiş ifade eder, 2010’da başladı bu macera. O zaman hayal etmiyordum, bloğumda ben tek başıma takılan bir heriftim. Ben 10 yıldır yazıyorum, yani 10 yıl önce verdim bu yazma kararını ama kitabım olsun diye yazmadım hiç. Öyle uğraştı benim için. Resim yeteneğim yok, ben de yazayım dedim. 2010’da blogtan Facebook’a zıplamamla başladı süreç, sonra gelişti, dolandı, uzadı, büyüdü falan. Şu anda da olduğum konumdayım. Bundan ilerisi olur mu? Olacak. Hedefler büyüdü çünkü.

OKUR YAZAR: Önce Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları sonra Rasyonel Şizofreni. Ardından uzunca zaman sıkıntılı süreçler. Ve nihayet 6.45 yayınevi ile çıkan Çapulcu ve tekrar baskıya giren Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları…Bu baş döndüren süreçte neler oldu? Ve artık Batuhan Dedde artık sağlam adımlarla ilerliyor diyebilir miyiz?

BATUHAN DEDDE: Neler olmadı ki dostum? Kulağımın arkasına kadar cimaya uğradım. Dolandırmalar, hak yemeler. Ee tabii benim toyluğumdan kaynaklandı hepsi. Birilerine destek olmak için değil de nasıl sikeriz bunu mantığıyla işletilen ticarethanelere denk geldim. Sonra bir buhranlı dönemdi…
Kendimi asmaya yeltendim, psikiyatristim yatarak tedavi olmamı söyledi, yatmayı istemedim. Bir gün sabaha karşı oturuyorum, 6.45’den Şenol Erdoğan ile bir kontakt kurayım dedim. Son şansımı deniyordum kendimce. Yani son şans derken, daha önce bir yayınevine gidip de benim kitaplarımı basar mısınız? Diye sormamıştım, ilk ve son olacaktı bu. Şenol abiden veto yersem bırakacaktım bu yazma işlerini, siktir olup gidecektim bir fabrikada emekliliğime kadar çalışacaktım. Ciddiyim. Sabaha karşıydı, kontakt kurdum Şenol Abi ile… O da sabahın ilk saatlerinde sağ olsun, geri dönüş yaptı. Başımdan geçen her şeyin kısa özetini geçmiştim, o da anladı durumu, dosya istedi benden. Gönderdim. Bir hafta sonra beni aradı, gel sözleşme imzalayalım diye. Sonra gittim, Kaan abi (Çaydamlı) dedi ki; “Yazdıkların hoşuma gittiği için basıyorum aksi durumda bilsem ki 100bin satacaksın, basmam.” “Çok hoşuma gitti bu cümle.” İçimden dedim tamam ben yerimi buldum. Ölümüme kadar 6.45 bassın istiyorum kitaplarımı. Kısmet nasip işleri tabii de. Benden yana bir sorun yok, ben ölümüme kadar onlar çıkartsın istiyorum yazdığım her kitabı. Hatta öldükten sonra da…

OKUR YAZAR: İnanılmaz! Akla hayale gelmeyen, son noktadan tünelin ucunda ışık görmek gibi bir şey bu. Peki, Dedde bunca olanlar içinde kendini ne olarak görüyor artık. Kendi deyimiyle şayir? Yazar? Dedde’ye göre yazmak nedir, yazarlık nedir mesela. Ve ne itmiştir yazmaya? Ne zaman başladı? Yaşamınızdaki esin kaynağı kim oldu ?

BATUHAN DEDDE: Çapulcu. Ben bunun kitabını yazdım oğlum! Çapulcunun, itin, uğursuzun tekiyim. Yazarlık kısmını kabul etmiyorum dostum. Şimdi bu memlekette Yusuf Atılgan’da yazar sıfatıyla anılıyor, Pucca vb de… İkinci şıktakiler olmasa, ben Yusuf Atılgan ve diğer yazarların yanında yer silen bir konumda olmaktan bile gurur duyarım ama işte ikinci şıktaki insanlar da yazar sıfatını aldığı için yazar kelimesini kabullenmiyorum. Evet, doğrudur şayirim. Ben bu memleketin ilk ve tek şayiriyim şu anda. Bunu saçmalık olarak görenler var, e zaten ben de saçma sapan bir adamım. Sırıtmıyor üzerimde yani. Yazar sıfatı yerine henüz bir şey uyduramadım, onu da bulursam şayirliğin yanına ekleyeceğim.

OKUR YAZAR: Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları sonra Rasyonel Şizofreni ve Çapulcu ile üç kitabı olan yüzbinlerin takip ettiği yalnız bir adam? Neler kattı bunca zaman size? Kitaplarınızdan bahseder misiniz bizlere? Adlarına nasıl karar verdiniz ? Bilmeyenler adına neler içeriyorlar nelerden bahsediyorsunuz? Bir de, devamı gelecek mi?

BATUHAN DEDDE: Yalnızlık güzeldir moruk. Herkes yalnız aslında ama kimse farkına varmıyor ya da varmıyormuş gibi yapıyor. Neyse burada yalnızlık şöyledir böyledir diye edebiyat parçalamak istemiyorum ama huzurlu ve dikenli bir şey. Bunca zaman tecrübe kattı. Tecrübe nasıl edinilir, söylemeye gerek yok sanırım herkes az çok biliyordur… Adlarına gelişi güzel karar verdim. Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları, ergen bir veletken yazdığım bir şiirin içerisinde geçiyor, oradan aldım. Rasyonel Şizofreni; bir şizofrenin ağzından günlük yazıyordum. “Belki de bendim o adam bilemiyorum.” Bazan bu konuda şüpheye düşüyorum. Acaba şizofren miyim? Diyorum kendi kendime. Sonra olur mu lan öyle şey diyorum. Sonra da ya sahiden şizofrensem ve kendimi kandırmaya çalışıyorsam olur mu öyle şey diyerekten sanrıya düşüyorum. Çapulcu ise ben Yedinci Yeni akımını ortaya attığımda iki tane benden daha dangalak herifin bana ettiği bir hakarettir. Yani onlar hakaret ediyorum sandılar ama benim çok hoşuma gitti bu Çapulcu kelimesi. O zamanlar da kitaba isim arıyordum. Dedim tamam bulmuş herif kitabın ismini. Morfinsiz; şiyirlerimden oluşan bir kitap. Rasyonel Şizofreni; denemelerimden oluşuyor. Çapulcu ise öykülerden… Devamı ise gelecek elbette. Hazırlığını tamamladığım bir şiyir kitabı var şu anda. Bitti. Sonbaharda basılmayı bekliyor. Aynı zamanda bir de roman üzerinde çalışıyorum. Onu da sonbahar ya da yılbaşına yetiştirmeye çalışıyorum, bakalım neler olacak. Kalabalık da yapmak istemiyorum pek Şenol Abiler için çünkü Rasyonel Şizofreni de basılacak daha basılmadı… Ulan ne konuştum arkadaş ya… Sus desene oğlum sende!

OKUR YAZAR: Susmayın, güzel gidiyor. Sorular bitmez. Merak da. En çok hangi yazarları okuyorsun? Kimlerden etkilendin? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsun ve kitap seçerken belirli bir tarzın var mı?

BATUHAN DEDDE: İlla şu olacak, şunu okuyayım diye bir kaidem yok. Güzel bir şey bulursam okuyorum. Etkilenmekten kastın? Yazmak konusunda ise, etkilenmiyorum. Ama okuduğumda “Hassiktir ya!” demekse etkilenmek; Cemal Süreya gelir en başında… “Ölümcül.” Edip Cansever’in şiirlerindeki o yalnızlık da çok pis etkiler beni. Allah çarpmışa dönerim. Genelde Yeraltına ait kitaplar okumaktan hoşlanırım. Kitap seçerken de belirli bir tarzım yok ama çerez kitapları almam asla. Korsan bile almam. Bestseller dedikleri zımbırtılar, dizüstü dedikleri boktan şeyler. Onları okumam. Almam. Okuyana, alana da karşı çıkarım. Uyuz bir herifim çünkü. Bunların dışında ne bulursam okurum, güzelse…

OKUR YAZAR: Dedde’yi geniş bir kitle sosyal medyadan tanıdı, hatta ilk kitabı olanlardan biriydi. Şimdi de yüzbinler takip etmeye devam ediyor. Peki sizin sosyal medya edebiyatı ilgi hakkındaki düşünceleriniz? Ve buradaki süregelen sayfalardaki takipçi sayıları, aboneleriniz, twitterda takip edenleriniz? Nereye varır bu serüven?

BATUHAN DEDDE: Soruya kıl oldum. Tamam, sosyal medyada tanınmış, göze batmış bir adam olabilirim ama asla öyle bir tür edebiyat icra etmiyorum. Ki ben zaten edebiyat icra ettiğimi de iddia etmiyorum. O türe edebiyat da diyemem, Cemal Süreya çarpar. O şey hakkında hissettiklerimi yukarıda cümle aralarında bulabilirsin. Bu serüvenin nereye varacağını söyleyeyim ben sana. Bir yere varmayacak sanırım. Ben koşuyorum hedeflerime de, sosyal medya yan etken şu an için. Başlangıçta öyle değildi elbet ama bir roman tasarlıyorum. O romanın tasarımı bitip raflara düştükten sonra aynen uzay mekiğinden ayrılan kapsüller gibi olacak. Sonra sosyal medya alanı genişler belki ancak ben daha hızla koşmaya devam edeceğim.

OKUR YAZAR: Dedde’nin yetenekli bulduğu, sosyal medyada yazılarını okuduğu isimler var mı?

BATUHAN DEDDE: Var ama söylemem. Neden söylemem? Söylemiştim; uyuz bir adamım. Birincisi sevmiyorum öyle şu güzel diye işaret etmeyi. İkincisi insanlar kendileri keşfetsinler bunu. İyi ve doğru olan bu. Beni kimse reklam etmedi moruk, beklentiye de girmedim bu yönde. Her şey kendiliğinden gelişti.

OKUR YAZAR: Kendin yazmak için şartlandırır mısın? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz geliştikçe mi yazarsın? Ya da sürekli kafanızda cümleler uçuşur mu?

BATUHAN DEDDE: Umrumda olmaz. Aman oturayım da şiyir yazayım ya da başka bir şey demem. Bunu deseydim ve uygulasaydım belki 4 değil 14 kitabım olurdu ama içeriği boktan olurdu. Kaliteli bir şey yapmadıktan sonra aman nasılsa alıp okurlar diye bir ürün yaratmak, edebiyata tecavüz etmektir bana göre. Hüseyin Üzmez’ci tayfadan değiliz çok şükür. Bak bunu yapan, bu tecavüzü yapan insanlar var ve çok para kazanıyorlar. Elif falan? Anladın mevzuyu. Kafamın içinde cümleler değil de sürekli bir düşünce hali mevcut. Bazan rahatsız ediyor beni. Uykuda bile bir şeyler düşünüyorum. Hastalıklı bir hal bu.

OKUR YAZAR: Çağdaş Türk Edebiyatı hakkındaki düşüncelerin neler? Geçinebilecek kadar para kazanabiliyor musun? Ya da şöyle diyeyim Para kazanmak için başka neler yapıyorsun?

BATUHAN DEDDE: Dostum şu anda olan şey Çağdaş Türk Edebiyatı değil bence. Çağdaş Cemaat Edebiyatı. Onun hakkında düşündüklerimin de birkaç saat evvel üzerine sifon çektim. Kitap yazıyorum deyip para kazanmak, geçiniyorum demek… Acayip ironi bu memlekette. Ha bir gün bende isterim elbet, kitap yazayım yatayım olduğum yerden aksın para. Böylece daha çok şey okur daha fazla araştırma yapar daha fazla şey öğrenir ve daha güzel şeyler yazabilirim. Ama burası Türkiye. Geçinmek için bir sürü iş yaptım. Garsonluk, tezgahtarlık, reklamcılık. Şu sıralarda pazarcılık yapıyorum. Süper eğlenceli iş.

OKUR YAZAR: Kendi kitaplarını yayınlatmak isteyenlere örnek olmak açısından ilk kitabınızı yayınlatma maceranı anlatır mısın? Ve cidden bu süreçte neleri doğru neleri yanlış yaptın? Tecrübelerinden yola çıkarak, tavsiyelerin?

BATUHAN DEDDE: Çok yanlış adama, çok yanlış yerden sordun. Bu yönde bir macera anca onları üzer. Çünkü beni üzdüler. Macera değil daha çok kurgulanmış bir gerilim filmi gibi şeyler oldu. Neleri doğru yaptım, ödün vermedim. Yani bir yerde kırmızı yazdıysam, yayıncı onu pembe yap dediyse sikimde olmadı. Kırmızı yazdım, kırmızı kalacak! Yanlışım ise birtakım kimselere koşulsuz güvenmek oldu. Salak salak sözleşmelere imza atmak. Sonra da süzme bir mal gibi hakkımı aramamak. Bu cümlelerden de gerekli tavsiyeleri çıkartırlar o arkadaşlar. Kaldı ki ben kendimi tavsiye verecek kadar olgunlukta bulmuyorum.

OKUR YAZAR: Dedde’ye yön veren ve başucu saydığın kitaplar ile en son okuduğun kitaplar neler desek?

BATUHAN DEDDE: Yok öyle bir kitap. Yani yön veren kitaplar yok. İnsanın yönünü tercihleri tayin eder, kitaplardan sadece bu tercihleri nasıl yapması gerektiğini öğrenir. Bugüne kadar okuduğum bütün kitaplar da bu yansımayı yaptılar bana. Bu şekilde yardımcı oldular. En son Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u okudum. 2 yıldır duruyordu rafta, geçenlerde dedim bir okuyayım şunu artık… Kitabı bitirince kendimi tokatlayacaktım neden daha önce okumadım diye. Ondan önce de Fante’nin Toza Sor’unu okumuştum, sağlam kitap!

OKUR YAZAR: Hangi tür müzikler dinliyor ne ile besleniyor edebi hayatın, kült filmlerin hangileri mesela?

BATUHAN DEDDE: Orhan Gencebay da dinliyorum, Vivaldi de, Çaykovski de, Güllü de, Massive Attack da… Pis ve bulanık bir müzik zevkim var. Mide kaldırmaz bu kadarını. Edebi hayatımı küspe ile besliyorum demek geçti içimden. Neyle beslendiğinden bende pek emin değilim. İnsan yiyor olabilir mi? Çok kanlı olduğunu söylüyorlar çünkü…Sanırım beynimle besliyorum onu. Öyle kült filmim yoktur. Film kültürüm de müzik kültürüm gibi pis ve bulanık. Bulanık demişken mesela Spun’u da çok severim, Kemal Sunal’ın Garip filmini de. Ama her şeye rağmen film olaylarım müzik olaylarıma göre daha kalitelidir.

OKUR YAZAR: Dedde, 10 yıl sonra kendini nerede görüyor?

BATUHAN DEDDE: Kirli paltom ve yağlanmış sakallarımla kırmızı ışıkta duran araçlardan 1 lira da istiyor olabilirim, bir film setinde yönetmen konumunda da ya da başka bir şekilde. Bilemiyorum bunu. Ben ikinci şıktan yanayım. Yönetmen olabilsem güzel olurdu. Olurum belki bir gün.

OKUR YAZAR: Seni takip edenlere söylemek istediklerin? Bundan sonra neler bulacağız yazılarında? Ve yeni projeler var mı?

BATUHAN DEDDE: Rahmetli Müslüm Baba der ki; “Ne diyeyim sevgilim her şey gönlünce olsun” her röportajın sonunda bunu söylemek adet oldu. İkincisi sen benim sevgilim değilsin! Bundan sonra neler bulacağız yazılarımda ben de merak içerisindeyim. Bir ara Cemal Süreya olma projem vardı. Ortak bir projeydi bu. Çok büyük bir ortaklıktı. Poli ile. Sonra şirketi tasfiye etmek zorunda kaldık ortak yüzünden. Ne diyorum ben ya?

OKUR YAZAR: Son olarak Okur Yazar sayfası yazılarını ve de sözlerinizi paylaşarak yanınızda oldu. Okur yazar sayfasını takip edenlere mesajın?

BATUHAN DEDDE: Sağ olsun Okur Yazar sayfası. Allah onların tuttuğunu keser sapı gibi yapsın! Yanlış anlama, sağlamlık açısından diyorum dostum. Bir mesajım yok aslında ama bilsinler ki bunları cevaplarken kafam güzel falan değildi. Normal tabiatım bu yani. Dikkat etsinler kendilerine. Oldu, teşekkürler.

OKUR YAZAR: Biz teşekkür eder, başarıların devamını dileriz Dedde…

Aytuğ Akdoğan: “Bir ‘hasta’ olarak psikologlar için hizmet veriyorum!”

Önce Ali Lidar ile başladık söyleşilerimize. Amacımız bir şekilde hayatımıza giren kalemleri yakından tanımaktı. Genç yaşta bir çok şiir ödülleri sahibi Harun Atak, aykırı kalem Pemra Oğuz, sosyal medyada tanınmış Dilek Erkılınç, Oğuz Bal ve son olarak; son dönemlerin en çok konuşulan ismi Batuhan Dedde ile devam ettik.

Şimdi de henüz 17 yaşındayken yazdığı ‘Ben Hep 17 Yaşındayım’ ile çok konuşulan, sonrasında ‘Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm’ gibi çok satan kitapların yazarı, sosyal medyada onbinlerin takip ettiği, bir çok dergi, televizyon ve radyo programlarında gördüğümüz Aytuğ Akdoğan. Neyse sözü uzattık. Buyrun efendim…

Görsel

Okur Yazar – Aytuğ Akdoğan Söyleşisi

OKUR YAZAR: Aytuğ Akdoğan metinleri birçok insana ulaşıyor ve okurlar kendilerinden bir şeyler buluyorlar. Hayal eder miydiniz yıllar önce böyle bir şeyi? Nasıl gelişti bu süreç ve ‘benim mutlaka insanlara anlatmam gereken bir şeyler var’ diye mi düşündünüz? Bir de son bir senedir kitaplarınızın çok satmaya başlaması sizi neden tedirgin ediyor?

AYTUĞ AKDOĞAN: İnsanın kendi halinde yaptığı bir yolculukta ya da bir gece vakti esriyerek, kendinden geçerek, içinden bambaşka bir ben, sen, o çıkartarak kaleme aldığı metinlerinin birçok insana ulaşması hiçbir zaman yazarı için ‘kötü’ olarak kabul edilemez ve bu tür bir çılgınlık hiçbir zaman öngörülemez. Kitaplarımın çok satmaya başlaması, farklı dillere çevrileceği yerde Türkiye gibi yeterince enformasyon kurbanı olduğumuz bir ülkenin sisteminde e-kitap olarak yayınlanmak istenmesi ya da birçok kişi yerine herkes tarafından okunabileceği ihtimali benim için bir problem, evet, çünkü bu ‘çokluk’ durumu yazarın üretimine ket vurabilir, onu yaratımından tiksindirebilir. Ben ancak şu an olduğu gibi salt belli kesimlerce takip edilip-okunan genç bir yazar olarak hayatıma istediğim gibi devam edebilir ve yaratımlarımla –kendimle– uğraşmayı sürdürebilirim. Yıllarca piyasadan, sistemden, çok satanlardan, hepsinden, her şeyden nefret ettim, sonunda kendimden de tiksinmeye başlamak istemiyorum, anlıyor musunuz?

OKURYAZAR: Evet, gayet net anlıyorum. Peki, 2009’da yayınlanan ilk deneme kitabınız ‘Ben Hep 17 Yaşındayım’ı neden Erdal Eren’e ithaf ettiniz? Ve sonrasında nasıl tepkiler aldınız?

AYTUĞ AKDOĞAN: Hatırlar mısınız? O zamanlar bir Cem Garipoğlu davası vardı. On sekiz yaşından küçük olduğu için çocuk mahkemesine çıkarılmıştı. O günlerde gelmişti aklıma, ben de tam Erdal’ın ibret olması için kemik yaşı büyültülerek idam edildiği yaştaydım… Bu yüzden yazdığım ilk kitabı –ne yazık ki berbat bir kitaptır– onun yaşayamadıklarına ithaf etmek istedim… Yalnız şunu not düşeyim. Ankara’dan Erdal’ın bir öğretmeninden mail almıştım; bana karnesini ve bazı el yazısı metinlerini göndermişti, epey kıymetliydi benim için…

OKURYAZAR: Aytuğ Akdoğan kendini ne olarak tanımlıyor? Aykırı, uçlarda yaşayan bir adam olabilir mi mesela? Kitabınızda, ‘en büyük zevkim iki mezar arasına uzanıp tütün sarmak’ demiştiniz…

AYTUĞ AKDOĞAN: Aytuğ Akdoğan olarak kendimi sıradan bir ölümlü olarak tanımlıyorum!

OKURYAZAR: Size göre yazmak nedir, yazarlık nedir? Ve ne itmiştir Aytuğ Akdoğan’ı yazmaya? Yaşamınızdaki esin kaynağı kim olmuştur mesela..

AYTUĞ AKDOĞAN: Yaşamımdaki esin kaynağı biri ya da bir şey değil, ‘herkes’ ve ‘her şey’dir bana göre. Bütün o kitapları sırf kendimi ‘vaka’ olarak ortaya koyabilmek adına yazdım ve yazıyorum ve yazacağım! Küçükken psikoloji okumak istedim, puanım yetmedi ve sinemaya yöneldim. Şimdi bir ‘hasta’ olarak psikolog ve psikiyatrlar için hizmet veriyorum! Ve hala delirme olasılıklarını ellerinde barındıran harikulade insanlar/okurlar için yazıyorum…

OKURYAZAR: Babanızın yaşadığı olaydan etkilendiniz sanırım ve hala o güvensiz, kalbi kırık adamı hissediyor sizi okuyan; hatta kitapta Kübalı bir şairin sözleri de var:

“Ben o her zaman kızgın ve yalnız olan çocuğum. Eğer yanlışlıkla başımı okşayacak olursanız, bu imkanı sizin cüzdanınızı çalmak için kullanırım.”

AYTUĞ AKDOĞAN: Evet…

OKURYAZAR: Peki… Şunu sorayım; Geniş bir kitle tarafından sosyal medyada takip ediliyorsunuz. On binler takip etmeye devam ediyor sizi. Ya sizin ‘sosyal medya edebiyatı’ hakkındaki düşünceleriniz? Nereye varır bu serüven?

AYTUĞ AKDOĞAN: Bir boka varmaz. Yüz sene sonra hiçbirimiz yokuz. Bizim yerimize başka ibneler, başka kancıklar gelecek. Hepsi bu. Film çekip youtube’a yüklüyoruz, kitap yazıp e-kitap olarak ipad’lere, iphone’lara yüklüyoruz, ‘twit’ atıp ölümsüz olmak istiyoruz, ancak çok değil, on-on beş sene sonra bu internet araçlarının hiçbiri olmayacak; yerini başka platformlar alacak ve yaptığımız her şey yok olup gidecek.

Dinozorlardan hiçbir farkımız yok. Ama kitaplar öyle değil! Krallar ölür, kütüphanemize koyduğumuz kitaplar ölmez; onlar bir Jimi Hendrix plağı gibi –yirmi sene sonra o plakları çalacak aletlerden de bulamayacağız ya– bizimle her yere gelir, çocuklarımıza ya da diğer piç kurularına kalır… Yani şu yaptığımız röportajın suya yazı yazmaktan ne farkı var?

OKURYAZAR: Bilmem ama şu sözü duymuştum :”Yıllar sonra bu profiller ölü insanların günlükleri olarak kalacak.” Belki suya yazı, belki de suya bir taş atma.. Başka şey sorayım. Kendinizi yazmak için şartlandırır mısınız? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz geliştikçe mi yazarsınız? Ya da sürekli kafanızda cümleler uçuşur mu?

AYTUĞ AKDOĞAN: Boş bir sayfa açıp yazmaya çalışmam; önce aklımdakileri ya da cebimdeki notlarda yazanları derler, sonrasında ne yazabileceğime bakarım. Günde iki bin kelimeye çıktığım zamanlar oluyor, ancak ertesi gün yarısını çıkartıyorum. Bunu sorduysanız şayet!

OKURYAZAR: Yeni projeleriniz var mı?

AYTUĞ AKDOĞAN: Önümüzdeki ay yeni kitabım çıkıyor: 130 sayfa civarında bir roman: ‘Ben, hiçbir şey’ isminde…

OKURYAZAR: Peki, şunu sormak istiyorum. Bir çok ülke gezdiniz. Farklı hayatlar gördünüz, tecrübe ettiniz, yazdınız, dile getirdiniz. Onca ülke onca şehir, Aytuğ Akdoğan’ın favorisi kendini ait hissettiği yer var mı ya da?

AYTUĞ AKDOĞAN: İnsan o kadar gezince, “her yere gidebileceğini, ancak hiçbir yere varamayacağını anlıyor” sadece, en çok…

OKURYAZAR: Klasik soru, merak diyelim. Aytuğ Akdoğan, 10 yıl sonra kendini nerede görüyor?

AYTUĞ AKDOĞAN: Araf..!

OKURYAZAR: Gerek facebook, gerek twitter, gerekse tumblr sayfalarımızda size sık sık yer yermekteyiz. Okur Yazar sayfa oluşumu ve takipçilerine söylemek istedikleriniz son olarak?

AYTUĞ AKDOĞAN: Paylaşımlarınız, yazar ve okurlarla interaktif paylaşımlarınız takdire şayan. Bir gün dergi çıkarmak isterseniz, yardımcı olmak isterim.”

OKURYAZAR: Söyleşi için teşekkür eder başarılarınızın devamını dileriz Sayın Akdoğan…

AYTUĞ AKDOĞAN: Eyvallah…

Oğuz Bal: “Yazarak dindirdim bazı keşkelerimi”

Okur Yazar sayfası olarak az ama öz takip edenimiz olsun ancak edebiyat, kültür, sanat deyince akıllara da biz gelelim düşüncesiyle yola çıktık. Kısacası, binlerce facebook sayfası, twitter hesabı, blog özlü sözler, kitap alıntıları paylaşıyor. Bizim tek amacımız; yalnızca anlamlı sözler paylaşıp köşesine çekilen bir oluşum olmamak!İlk örneklerimizden biri, söyleşilerimiz. İlk olarak, sosyal medya fenomeni olan Ali Lidar ile yaptığımız söyleşiden sonra istekler, eleştiriler ve övgüler almaya başladık. Devam ettik. Genç yaşta; Cemal Süreya ve Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödüllerini kazanan Harun Atak ile söyleştik. Ardından Utanmazlık Mahareti kitabıyla hayatımıza giren cesur kalem Pemra Oğuz ve hatırı sayılır takipçisi olan, akabinde Kırmızı Bavul kitabıyla raflarda yer alan Dilek Erkılınç. Bu söyleşileri hatırlamak isterseniz; http://on.fb.me/XzWaNB

Şimdi de; sosyal ortamlarda hatırı sayılır bir takipçi tarafından takip edilen, şiirleri, sözleri, yazıları kapak ve duvar fotolarını süsleyen, önce Ruj ve Duman bugünlerde de Çerçi adlı kitaplarıyla gündemde olan Oğuz Bal ..

Lafı uzattık yeterince, buyrun Oğuz Bal ile söyleşimize…
Görsel

OKURYAZAR: Okur Yazar takipçilerine kendinizden, bizim bilmediğimiz Oğuz Bal’dan bahseder misiniz? Oğuz Bal nasıl biridir? Neler yapar? Nasıl bu hale gelebilmiştir?OĞUZ BAL: Bence herkes bilmesi gerektiği kadarını biliyor. Ancak birkaç detay daha vereyim. Antalya doğumluyum. Erciyes Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunuyum. 8 yaşımdan bu yana oyunculuk yapıyorum, aynı zamanda Kayseri Büyükşehir Belediye Konservatuarı’nda oyunculuk eğitimi aldım. 2005 yılından beri de Akdeniz Üniversitesi’nde İngilizce Okutmanı olarak çalışıyorum ve kurduğum bir tiyatro grubunda yönetmenlik yapıyorum.OKURYAZAR: Oğuz Bal sözleri bir çok insana ulaşıyor ve insanların içini sızlatıyor, Hayal eder miydiniz yıllar önce böyle bir şeyi? Nasıl gelişti süreç ve artık yazmalıyım dediğiniz zamana ne vakit karar verdiniz?

OĞUZ BAL: Önceleri beni ben gibi hisseden birkaç kişi okusun yeter derdim sonra internet sayesinde yayıldı. İyi mi oldu kötü mü oldu bunu sık sık tartışırım kendimle. Okuduğum bölümle alakalı edebiyata yakınlığım aslına bakarsanız. Shakespeare’le içli dışlı olmanın verdiği bir hevesti önceleri. Sonra bu hale geldi.

OKURYAZAR: Yanılmıyorsak yola O’na Dair Boyalı Sözler ile çıkmıştınız, kitabınızın adı bu olacaktı ? Nedir sizin değişikliğe iten sebep?

OĞUZ BAL: Kitabın adı ve değişikliğe gelince ; O’na Dair Boyalı Sözler sahip olduğum sayfanın adıydı. Daha sonra o sayfa misyonunu yitirdi ve bir değişiklik yapılması gerektiğine karar verdim. Aslında bu bir milattı çünkü o isimden vazgeçmek acımı unuttuğuma delaletti. Aklımda iki isim vardı alternatif olarak biri Erkek Dublajı diğeri de Ruj ve Duman. Sonuç olarak Ruj ve Duman oldu, bence de böylesi daha güzel oldu.

Arka kapaktaki yazı “neden Ruj ve Duman?” sorusuna cevap veriyor bence.

OKURYAZAR: Oğuz Bal’a göre yazarlık nedir? Ve ne itmiştir OĞuz Bal’ı yazmaya? Yazmaya ne zaman başladınız ve yaşamınızdaki esin kaynağı kim olmuştur ?

OĞUZ BAL: Üretim gücü yüksek insanlar tanıyorum ancak nicelik değil nitelik önemli tabi. Kendinizi tekrarlamadığınız zaman, bu iş oluyor galiba diyebiliyorsunuz. Önceden de bahsettiğim gibi okuduğum bölüm beni tetikledi yazmaya. Yazarak dindirdim bazı “keşke”lerimi. Üniversite yıllarında ufak tefek dörtlüklerle idare ederdim sonra büyüdüm, büyüdükçe açıldı ufkum, büyüdükçe yüküm ağırlaştı dolayısıyla büyüdükçe farklı şeyler yazdım. Esin kaynağı bir kişi değildir hiçbir zaman, hayatımdaki herkesten bir parça alırım. Dolayısıyla ne kadar çok insan tanırsam o kadar renkli bir tablo çıkıyor ortaya. Evimde ciddi bir film arşivi var bana göre filmler daha gerçekçi hikayeleri barındırabiliyor dolayısıyla bir karakterin bir kesitini bir filmde izleyince, o karakteri alt metnini yazmak bana kalıyor. Sinema ayrı bir zenginlik bence. Kirlilik var bu cephede de bu açık ama seçmek ne de olsa bizim elimizde. Romantik yanımı doyurmak için Fransız sinemasına sarıyorum çoğu zaman. L’emploi du temps ve Amelie’nin ciddi bir yeri var bende. Bu aralar etnik filmler izlemeye başladım. Başka “mahalle” leri izlemek keyif ve ilham veriyor.

OKURYAZAR: Ruj ve Duman şimdi de Çerçi. Kitaplarınızdan bahseder misiniz bizlere? Neler içeriyor ve hangi mesajları bulacağız Oğuz Bal’ın penceresinden hayat dair? Bir de, devamı gelecek mi?

OĞUZ BAL: Ruj ve Duman prensipte bir kadına yazılmış bir kitaptı sonra ani bir kararla yazıların birçoğunu çıkardım, değiştirdim vs. Dolayısıyla O’na dair değildi artık hiçbir şey. Çerçi ise yazınsal anlamda daha da olgunlaşarak ürettiğim bir ürün bence. Aldığım oyunculuk eğitiminin de katkısıyla empati yeteneğimi yüzsek dozda kullanabildim diyebiliyorum bu kitapta. Dürüst olmak gerekirse, eskiye bakınca yazılarımı beğenmiyorum çok fazla. Okudukça başka başka ustaları beğenmiyorum kendimi, okudukça imreniyorum onların akıllarına. Bu yüzden belki de daha az üretip daha ince eleyip sık dokuyorum. Şu an üç farklı türde üç ayrı kitap yazıyorum. Bölüm bölüm devam ediyorum. Hoşuma da gidiyor böylesi aslına bakarsanız. Çünkü üç farklı odağa ayrı ayrı kanalize olmak zihnimi diri tutuyor.

OKURYAZAR: En çok hangi yazarları okuyorsunuz? Kimlerden etkileniyorsunuz? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsunuz? Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı?

OĞUZ BAL: Ah Muhsin Ünlü, çok geç tanıdığım biri. Bu yüzden kendimden utanıyorum, üslubunu, devrik cümlelerini, kendi bilinçaltında belirli anlamlar kodlu ; at, tiren, anne kelimelerini seviyorum. Zor iştir Onur Ünlü’yü anlamak, hatta şiire yeni başlayanlar ‘Gidiyorum Bu’nun ilk 3 şiirini okuduktan sonra kitabı çöpe bile atmışlardır. Bence Onur Ünlü’nün de istediği buydu, böyle insanlara da ihtiyacı yok. Ah Muhsin Ünlü’nün aklını severim, daha çok Ece Ayhan’a benziyor cümle kurguları. Aslına bakarsanız çok fazla “imgeoğluimge” yazıları sevmem. Bazen, edebiyat basit olmalı diye düşünüyorum. Ortak akıla hizmet etmek değil demek istediğim ama entelektüel seviyesi çok yüksek olmayan insanlar da sizi okuyunca “Budur abi” diyebilmeli. Nazım Hikmet, Attila İlhan, Turgut Uyar, Yılmaz Erdoğan,Ümit Yaşar Oğuzcan,Orhan Veli, Ömer Lütfi Mete, Cemal Süreya… Daha çok isim yazarım, yani bunları okumadan insan ben şiir severim demez diyemez bence. Okumadan türetilmiyor zaten.

Hangi tür kitaplar deyince, yerli yayınlardan yanayım diyebilirim. Yabancı yazarlara niyedir bilmem çok ısınamadım. Agahta Christie ile başladım ben de yabancı yazar okumaya. Sürükleyici cinayet ve gerilim kitapları olsa da bir şeyler eksik geliyordu. Pek bizden değildi sanki yazılanlar. Bu sadece onun için edilmiş bir kelam değil okuduğum diğer yabancı kaynaklı yazarlarda da o eksikliği hissettim. Bir iki isim üzerinde duruyor olmam başkalarını okumadığım anlamına gelmesin ama.

Ayrıca çok fazla bestseller tercih eden biri değilim. Bir nebze de olsa arkadaş tavsiyesiyle okuyacağım kitapları seçiyorum diyebilirim. Aslında şu ya da bu şekilde kriterlerim vardır diyemem ama beni ters köşeye yatıran şeyleri seviyorum. Misal; “Az”ı çok beğenmiştim.

OKURYAZAR: Oğuz Bal geniş bir kitle sosyal medyadan tanıdı. Peki sizin sosyal medya edebiyatı ilgi hakkındaki düşünceleriniz?

OĞUZ BAL: “Ben sosyal medyayı önemsemiyorum bana çok basit geliyor” diyen kafalar riyakarlar bence. Bu, biraz olsun “Ben evde televizyon izlemem abi, olursa arada belgesel Discovery vs. “ diyen zihniyetin, sorsanız ya da boş bir anını yakalasanız, size O Ses Türkiye’den bahsedebileceği gibi bir durum bence. Çok tepede durup, kibire düşmemek gerekir bence. Herkes biliyor ki insanların yayılabilmesi ya da tanınabilmesi için gerekli bir mecra sosyal medya. Ama şu da su götürmez bir gerçek ki; sanal dünya bilgi kirliliğinin en üst seviyede olduğu bir ortam. Dolayısıyla basılı edebiyat her daim 1-0 önde başlar benim hayatımda.

OKURYAZAR: Yetenekli bulduğunuz, sosyal medyada yazılarını okuduğunuz isimler var mı?

OĞUZ BAL: Sohbetim olan insanlarla zaten telefonda konuşup yazılarımız hakkında fikir alış verişi yaparız. Etrafımda çok kişi var yazan ya da yazmaya çalışan. Şimdi birkaç isim verip dahil etmediklerimi de kırmak istemem. Bu cevap çok politik oldu biliyorum. Bu da böyle olsun.

OKURYAZAR: Kendinizi yazmak için şartlandırır mısınız? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz geliştikçe mi yazarsınız?

OĞUZ BAL: Şartlandırma fabrikasyona girer. Bu yüzden isteyince ve dolunca yazmak en güzeli.

OKURYAZAR: Çağdaş Türk Edebiyatı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Ve merak edilen sorulardan biri de; Geçinebilecek kadar para kazanabiliyor musunuz? Geçinemiyorsanız, para kazanmak için başka ne yapıyorsunuz?

OĞUZ BAL: Doğru söylemek gerekirse Cumhuriyet ve sonrası edebiyatçılarıdır bizlerin fikrini ve yazımını geliştirenler. Kendimden örnek vereyim evimizin kitaplığında bir çok kitap vardı. Çok iyi bi okur olmasam da okuma alışkanlığın ablalarım sayesinde edindim diyebilirim. Kitaplıkta birkaç şiir kitabı vardı. Ablamların lise yıllarından kalma bir kitap gözüme takıldı bir gün, Halikarnas Balıkçısı-“Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”. Daha çok küçüğüm, 13 var ya da yokum. Çok hoşuma gitmişti o kitap. Benim okuduğum ilk şiir kitabıydı o zaten. Belki de bilinçaltıma öyle yerleşmiştir şiir olgusu. Sonra Attilla İlhan’ı tanıdım, sonrası teker teker geldi zaten. Onlar kadar olabilir miyim ya da olabilir miyiz bilmiyorum ama bir çabanın içindeyiz, bu aşikar.

Konu paraya gelince…
Kimse yazma işini para kazanmak için yapmasın. Bence yazmak bir iş değil bir tutku olmalı. Kitap satmak, zengin olmak amacıyla yapılan işler ticarete girer ve içinde meta barındıran hiçbir şey samimi değildir. Ben yazar olma yolunda yürüyorum. Zaten para kazanmak amacıyla başlamadım ya da kitap yayınlamadım dolayısıyla kazanmak ya da kazanmamak çok da mühim değil. Zaten hali hazırda bir işim bir kariyerim var. Buna odaklanıp buradan da devam ediyorum. Lakin içimde ukdedir hala tiyatro. Oyunculuk benim tek aşkımdır. Bir şekilde bir yerden yeniden profesyonel anlamda başlarsam oyunculuğa işte o zaman ruhumu tatmin etmeye başlayabilirim.

OKURYAZAR: Kendi kitaplarını yayınlatmak isteyenlere örnek olmak açısından ilk kitabınızı yayınlatma maceranızı anlatır mısınız?

OĞUZ BAL: Fikren ilk girişim O’na Dair Boyalı Sözler iken baya badireler atlattım, yakın takipçilerim bilirler. Hatta internette, olmayan kitabın iki kapağı bile var. Şimdi baktıkça birkaç sene öncesine gülüp geçiyorum. Yaşamam gerekirmiş o evreyi, kadermiş olmuş diyorum. Hayatta size acı veren ya da sizi sinir harbine sürükleyen olaylar her daim olacaktır, sonuçta insanız ve sorunsuz hayat imkansız. Ben de insan tanımış oldum diyorum. Bana sırtını çevirecek ya da son nefese kadar yanımda olacak insanlar elbette olacaktır. İnsanlar hayatın renkleri işte… Kitap çıkarmak aslına bakarsanız gayet kolay. Sonuçta piyasada “sizi şair/yazar yapalım” sloganıyla iş yapan bir ton yayınevi var. Doğru insanlarla bu işi yapmak zordur. Çünkü öyle abuk sabuk bir piyasanın içindeyiz ki, hem birilerine iftira atmak çok kolay hem de verilen sözleri tutmak biraz namuslu olmayı gerektiriyor.. Yaşadıklarım bence her şeyi anlayabilmem için mükemmel bir musibetti benim için.

OKURYAZAR: Size yön veren ve başucu saydığınız kitaplar ile en son okuduğunuz kitaplar neler desek?

OĞUZ BAL: Hayatım bir kitaba göre şekillenecek kadar basit değil, ancak hayatım bir kitaba yöne verdi bu bir gerçek. Ruj ve Duman. Yazım tarzımı şekillendirecek ürünler, kişiler elbette olmuştur, olacaktır da. İnsanlar faal etkileşim içinde olan canlılardır sonuçta.

En son okuduğum kitaplarsa; Hakan Günday-Az, Ingvar Ambjörnsen – İnsan Postuna Bürünmüş Köpek, Emrah Serbes- Hikayem Paramparça, Alper Canıgüz-Tatlı Rüyalar…

OKURYAZAR: 10 yıl sonra kendini nerede görüyorsunuz?

OĞUZ BAL: Sanırım o vakte kadar doktorayı bitirmiş olurum, dolayısıyla iş hayatımda ne kadar yoğun olurum bilemiyorum. Ama yazma eylemi hep sürecek, kitaplar hep çıkacak. Bu kadar sık mı olur o tartışılır işte. Şu da var; ben yaptığım işten hala keyif alıyor olayım, nerede olduğum çok da umurumda değil aslına bakarsanız.

OKURYAZAR: Sizi takip edenlere söylemek istedikleriniz? Bundan sonra neler bulacağız yazılarınızda?

OĞUZ BAL: Beni okuyan okumayan herkese eyvallah. Okumak vakit isteyen bir eylem çünkü. Okumak bir lüks. Hepimiz o kadar çok şeyle uğraşmak zorunda kalıyoruz ki ister istemez kendimize ayırdığımız zaman dilimlerinde kitap okumak çok değerli bir hal alıyor. Yani insanlar sizin yazılarınızı okumak için vakit ayırıyorlarsa bu teşekkür edilecek bir mevzu. Eksik olmasınlar. Bundan sonra daha az şiir daha çok hikaye, öykü, roman olacaktır düşüncesindeyim.

OKURYAZAR: Son olarak Okur Yazar sayfası sizin yazılarınızı sözlerinizi paylaşarak yanınızda oldu. Okur yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

OĞZU BAL: Görüyorum ki sayfanız yeni bir oluşum içinde. Şimdi net hatırlamıyorum ama sanırım daha önce farklı sayfayla başlamıştınız yayın yapmaya ancak sonra değişti ve belli bir karaktere oturdu felsefeniz. Desteğiniz için teşekkürler, yolunuz açık, okurunuz bol olsun. Güzel yazılar, iyi edebiyat için sizi takip etmeye devam etsinler. Eyvallah, eyvallah.

OKURYAZAR: Bizde size teşekkür ediyor ve bundan sonrası için başarılar diliyoruz Oğuz Bal…

Dilek Erkılınç: “Yazmanın okulu yok, yüreği var”

Okur Yazar her hafta sosyal medyada ve yazdıklarıyla ilgi gören, takip edilen bir isimle yaptığı söyleşilerine bu hafta Kırmızı Bavul adlı şiir kitabıyla tanıdığımız Dilek Erkılınç ile devam ediyor. Hatırı sayılır bir okur tarafından takip edilen, dizelerindeki doğallık ve hüzünle dikkat çeken Dilek Erkılınç’a sorduk, kendisi de samimiyetle cevapladı.

Görsel

Okur Yazar – Dilek Erkılınç söyleşimiz

OKUR YAZAR: Okur Yazar takipçilerine kendinizden bahseder misiniz Sayın Erkılınç?

DİLEK ERKILINÇ: Ben sadece yazma uğraşında olan herhangi biriyim.

OKUR YAZAR: Dilek Erkılınç’ ın hayat felsefesi ve de hayata bakışı ne oldu hayatı boyunca?

DİLEK ERKILINÇ: Canlılık. Yaşıyorsak; göreceğiz, duyacağız, konuşacağız.

OKUR YAZAR: Kitabınızdan bahseder misiniz? Hangi duygularda kaleme aldınız ? Devamı gelecek mi? Bilgi verebilir misiniz bizlere?

DİLEK ERKILINÇ: Kitabımı şiir-metin şeklinde yazdım. Ruhumun ve yansıyanların aynı potada eritildiği bir arşiv oldu benim ve okurlarım için. Devamı için neden olmasın.

OKURYAZAR: Peki Dilek Erkılınç’ın ruhunun derinliklerinden gelen sesler kimler? Yani; “Hayatınızı değiştiren” Etkilendiğiniz şair/yazarlar?

DİLEK ERKILINÇ: Edip Cansever’i, Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi geçmişte yaşamış ve günümüzde de çok tanınmış şairleri -ki ne mutlu, severim. Sylvia Plath, Tezer Özlü, Furuğ Ferruhzad, Nilgün Marmara ve Birhan Keskin gibi isimleri de çok okudum. Onlar benim ruhumun aynası gibi ve elbette dünya klasikleri. Tek tek saymaya dahi gerek yok. Her insanın okuması gereken kitaplar. Birçok da Türk romanları okudum.

OKUR YAZAR: Sosyal medya sayesinde sizi tanıyabildik. Sizin, sosyal medya edebiyatı ilgi hakkındaki düşünceleriniz?

OKUR YAZAR: Yazmak deyince?

DİLEK ERKILINÇ: Öncelikle iyi bir okur olduğumu düşünüyorum. Amatör-profesyonel hiç fark etmez. Bir cümlesinin dahi bana dokunması yeter. Tabir-i caizse gün ışığına çıkmamış, tanınmayan o kadar çok iyi kalemler var ki. Bu yüzden yazmanın okulu yok. Yüreği var.

DİLEK ERKILINÇ: Sosyal medya edebiyatı eşittir dizüstü edebiyat. Herkesi katmayayım ama bunu iyi kullananlar ve kötü kullananlar olarak ayırt etmekte fayda var. Bir kesim okuduklarının ya da burada paylaştıklarının hangi kaynaktan alındığını dahi bilmeyecek kadar dışındalar bu işin. Bir kesim ise gerçekten edebiyatı seviyor. Burada gördüğünüz bir ismi herhangi bir edebiyat söyleşisinde görmeniz neredeyse olanaksız. Gördükleriniz ise sadece burayla sınırlı olmadıklarını ortaya koyuyor.

OKUR YAZAR: Yetenekli bulduğunuz, sosyal medyada yazılarını okuduğunuz isimler var mı? 

DİLEK ERKILINÇ: Elbette var. Bir çoğu da bunun bilincinde. Tek tek isim vermek istemiyorum. Zira aralarında unuttuklarım olmasın ya da benim henüz keşfetmediklerim olabilir.

OKUR YAZAR: Size yön veren, başucu saydığınız kitaplar neler ve tabii ki merak ediyoruz en son okuduğunuz kitapları?

DİLEK ERKILINÇ: Bana yön veren genelde dergiler oluyor. Orada birçok büyüğümüz ya da akranımız deneyimlerini paylaşıyor. Edebiyat dergilerini daha sık takip ederim. En son 2. kez John Steinbeck-Fareler ve İnsanlar’ı okudum. Şu sıralarda elimde bir çeviri roman var. Anya Seton’a ait.

OKUR YAZAR: Klasik sorumuz: Dilek Erkılınç 10 yıl sonra kendini nerede görüyor?

DİLEK ERKILINÇ: 10 yıl sonra hayatta olursam, çok mutlu olacağım Tanrım !

OKUR YAZAR: Sizi takip edenlere söylemek istedikleriniz. Bundan sonra neler bulacağız yazılarınızda?

DİLEK ERKILINÇ: Bundan öncekilerden çok farklı bir Dilek olmayacak yazım anlamında. Deneme, şiir şeklinde, bana ait olan kabuğun içinden kırılacağım. Bazen kabuğuma çekileceğim. Böyle sürüp gidecek.

OKUR YAZAR: Son olarak Okur Yazar sayfasını takip edenlere mesajınız?

DİLEK ERKILINÇ: Okur Yazar’a bana verdikleri değer, tek cümleme dahi dokundukları yürekler için teşekkür ederim.

OKUR YAZAR: Biz teşekkür eder, yolunuzun açık olmasını temenni ederiz Sayın Dilek Erkılınç…

12.02.2013